Glutton Berserker - Cilt 8 - Bölüm 210
Bölüm 210 – Ruhlar Okyanusu
Adımı çağıran bir ses duyuyordum. Daha önce hiç işitmediğim bir sesti bu.
Ama garip şekilde tanıdıktı… tuhaf bir hüzün çöktürüyordu içime.
[Fate, fate… uyan. Ne kadar zamandır uyuyorsun!]
Gözümü açtığımda çocukluğumdan beri yaşadığım evdeydim. Tüccarlar şehri Tetra’nın batısında, birkaç dağ aşınca gelen küçük bir köy. Çorak topraklarında doğru dürüst sebze bile yetişmez.
Yine de bazı şifalı otlar bitiyor, geçimimizi az çok onlarla sağlıyorduk.
Kalkmaya çalışınca vücudumun her yanı sızladı. Dün yaptığım tarla işi fazlasıyla yormuştu anlaşılan.
[Ağrıyor… bir tuhafım.]
Sanki bir kozanın içinde sarılıydım; belirsiz bir his içimde közleniyordu.
Sanki önemli bir şeyi unutuyordum… boğazıma kılçık takılmış da bir türlü rahatlayamıyormuşum gibi.
[Fate! Daha olmadı mı?]
[Geliyorum şimdi.]
Üstümü değişip odanın kapısını açtım. Karşımda babam ve tanımadığım bir kadın vardı.
Kadın bana tuhaf bir bakış attı.
[Ne yapıyorsun? Kahvaltın soğuyor.]
[Özür dilerim, anne.]
Ha… Ne dedim ben az önce? Anne mi!?
[Gerçekten neyin var? Dean, sen de bir şey söylesene.]
[Hâlâ uykun var belli ki. Fate, şuraya otur.]
Babam gülümseyip çağırdı. Dediği gibi gidip iyice eskimiş masaya oturdum; karşısına.
Sonra, az önceki kuşkular dağılıverdi.
[Hadi yiyelim. Sade ama annenin yaptığı kahvaltı.]
[Güzel görünüyor.]
Fırından yeni çıkmış siyah ekmek. Çavdar kokusu. Ot çorbasının hafif buruk tadı.
Kara ekmekle iyi gidiyor, iştah açıyordu.
[Yemekten sonra tarlaya bakarım. Son zamanlarda hep avdaydım, aksattım.]
[Son günlerde fazla canavar avlıyorsun, endişeleniyorum.]
[Anne endişeleniyor, öyle mi. Bu da iş sayılır. Köy muhtarı, bölgede canavarlar arttı diye tutturdu.]
[Sana fazla yaslanıyorlar, Dean.]
Babam annemi kucaklayarak cevap verdi:
[Bu köyde dövüşebilen bir tek benim. Sorun değil.]
[Fate de var, değil mi?]
Dövüşebilir miyim ki? Hangi becerilerim vardı?
[Baban gibi mızrak ustalığı yeteneğin var. Hâlâ uykuluyum mu diyorsun?]
[Var mıydı?]
[Var tabii.]
Babam başımı karıştırıp okşadı. Belki de sorun yoktu… ama yine bir şeyleri unutuyormuş gibiydim.
[Peki, kahvaltı bitti. Tarlaya.]
[Hadi, Fate.]
Annemle babam evden çıktı. Ben ise elimi ön kapıya koymuş, adım atamadan kaldım. İçimde bir şeyler bu durumu reddediyordu.
İleriden ikisinin seslerini duyuyordum.
[Fate, hâlâ mı?]
[Çabuk ol.]
Kapının arkasından geliyordu sanki bu ses; oysa aramızda bir kapı vardı.
Ve tuhaf olan… Annemin yüzünü bir türlü net seçemiyordum.
Sisliydi; göremiyordum. Nedenini bilmiyorum, annemin yüzünü bilmiyorum. Hayır, gerçekten bilmiyorum.
Bu duruma içim ısınmıyordu. Bu da nesi… güzel olması gereken bir yerdi burası.
Çömelip başımı tutarken, inorganik bir ses duydum.
Tanınan bir sesti. Defalarca işitmiştim. O kadar ki ondan nefret edecek olsam bile…
Yine de bu sesten nefret edemiyordum.
Bana ne dediğini bile anlamıyordum. Her zamanki gibi bir şeyler söylüyordu işte.
Gluttony skill etkinleşecek… hnn!?
Onunla tetiklenen anılar birden, capcanlı akmaya başladı.
Doğru ya.
Burası neresiydi? Benim köyüm artık yoktu. Gargoyle’larla savaşta kül olmuştu. O hâlde var olamazdı.
Bir şeylerin yanlış olduğunu anladığım anda, dünya bir gürültüyle parçalanmaya başladı.
Çocukken yaşadığım ev kum gibi dağıldı. Duvarın öte yanı kıpkırmızı bir dünyaydı.
『Fate, kendine gel! Bu gidişle bu dünya seni içine çekecek!』
Greed’in sesiyle ayıldım. Anlaşılan O’nun Diyarına atlamış, girer girmez bayılmıştım.
Her yer kıpkırmızıydı. Gluttony skill’in dünyasına çok benziyordu. Hatta onun ayna kopyası denebilirdi.
『Beni endişelendiriyorsun.』
[Ne kadar oldu?]
『Bilinmiyor. Burası bizimkinden farklı bir dünya.』
[Myne ile Eris güvende mi?]
『Öyle kolay yenilecek değiller. Sen kendine bak. Ne oldu?』
[Gençliğimi görüyordum. Yok, rüyadan da öteydi.]
Gerçek gibiydi. Annem hayattaydı, babam da… Gluttony skill’im yoktu.
Mütevazı, sıradan bir dünyaydı ama fena değildi.
『Bu dünya sana müdahale edip rüyayı gerçek gibi hissettirmiş olmalı.』
[Burası?]
『Bu dünyayı oluşturanların sebep olduğu bir şey. Sen Gluttony skill yüzünden onlara özellikle hassassın.』
“Onlar”… Greed sanki onlardan insanmış gibi söz etmişti. Yoksa bedenimi saran şu kırmızı ışıklar mıydı?
Birine dokunduğumda, birinin anısı zihnimden aktı. Parça parça ve anlaşılmazdı; bir savaşçının anısıydı. Hem de bir canavarla dövüşüp yenilip yenildiği ana dair. Hatta acısı bile bana, izleyene geçti.
『Kaybedenininkine bakma. Pek de düzgün bir ölüm olmamış.』
[Demek bu dünyanın tamamı insan ruhları?]
『Hayır, hepsi değil. Şuna bak.』
Öncekinden daha büyük bir ruha dokundum.
[Kuh!] Bu insan değildi.
Ezici bir nefret içime boşaldı. İnsanlardan nefret eden, öldüren ve onları yiyen bir canavarın anılarıydı.
Kendi toprağından kopmuş, tek bir düşünceyle insanlara saldırmış ve onları yutmuştu. Bir başıboş canavarın anıları.
Bugüne dek bir başıboşun sürüsünden ayrılıp tek başına yollara düşmesinin nedenini bilmezdim; şimdi anlar gibi oldum. İnsanlardan içgüdüsel bir nefret besliyorlar, onları yeme arzuları diğer canavarlara göre anormal derecede güçlü oluyordu.
Savaşçılar tarafından köşeye sıkıştırılmış, sonunda beyaz şövalyelerce imha edilmişti. Başıboş canavar, can verirken bile nefrete gömülmüştü. Gördükten sonra da tortuları üzerime yapışıp kaldı. Feci rahatsız ediciydi.
[Nasıldı?]
[Berbat.]
『Çoğu canavar böyle düşünür. Binlerce yıl geçti ama insanların nefret edilmesi hiç bitmedi. Nefrete gömüle gömüle muhakemelerini kaybettiler. Aklı olmayanla ömrün boyunca anlaşman imkânsızdır.』
[O yüzden mi insanlar canavarlarla savaşıyor?]
『Peki ya en baştan öyle tasarlanmış olsaydı?』
[Saçmalık. Birbirlerini öldürmelerine niye göz yumulur?]
『Sonuç, şimdi gördüğün dünya oldu.』
Greed’in sözleriyle etrafa bakındım; göz alabildiğine uzanan kıpkırmızı bir dünyadan başka bir şey yoktu.
Burası sadece bir mekân değildi. Sanki başlı başına başka bir dünya vardı.
Ama bu dünyayı oluşturmak için bunca küçük ruhu toplamanın anlamı neydi?
『Sen olsan… Gluttony skill sende olduğuna göre, anlamalısın.』
Greed böyle deyip cevabımı bekledi.
Ruha dokunduğum anı hatırladım. Dokunur dokunmaz Gluttony skill hafifçe kıpraşmıştı.
[Yoksa… tüm bu ruhların…]
『Statüleri ve yetenekleri var.』
Gluttony skill’in dünyasına benzemeliydi; ama çok daha büyük ölçekte.
Peki neden?
『Fate, hiç çiftçilik yaptın mı?』
[Elbette.]
Köydeyken gençken şifalı otlar ve az biraz mahsul yetiştirirdim. Sert toprağı sürer, tohum eker, sulayıp gübrelerdim. Bazen de büyüyen mahsul, afet ya da hastalıkla kururdu.
Bol sabır ister, defalarca tekrar ederdin; ne kadar emek versen de elinden bir şey gelmediği zamanlar olurdu.
[O hâlde şöyle düşün: tohum ekmeyi ve hasadı “yetenek” ve “statü” olarak hayal et.]
[…Greed.]
『Burası, bu dünyanın hasat edilmiş ruhlarının toplanıp depolandığı yer.』
Savaşçılar ve canavarlar yeteneklerini kullanıp dövüşür, seviye atlar, statülerini büyütür. Yani tıpkı mahsul yetiştirmek! ?
Tüm canlılar bir gün ölür. Canavarla çarpışma, ömür yetmezliği, hastalık, beklenmedik kazalar… Liste uzar gider. Ölümden sonra, işlenmiş statüler yeteneklerle birlikte “ruh” denen kaba konur ve buraya getirilir. Depo doldukça dünya şişer.
『Kapı açılmak üzereyken, az miktarda ruh geri akıp diriliş gibi vakalara yol açtı.』
[Yani mesele bu.]
『Şimdi kapı açıldığına göre, öz akışına geri dönmeye çalışıyor. Sırf kapı açık diye şaşırtıcı bir hızla.』
Tam Greed’in dediği gibiydi.
Hiç akışı olmayan bir dünyaya değişim gelmişti. Ruhlar çekiliyormuş gibi yavaş yavaş hareketlenmeye başladı.
『Gidelim. Bu akışın sonunda Libra ile Roxy olmalı.』
[Evet, gidelim.]
Kara kılıcı sımsıkı kavrayıp ruhların toplandığı merkeze doğru yürüdüm. O sırada, inorganik bir ses zihnimden süzüldü.
Bu dünya beni içine hapsediyorken neden beni uyandırmaya çalışmıştı? Normalde yalnızca Gluttony skill etkinleşmesini duyururken konuşurdu.
Gluttony skill’in uçurumuna daldıktan sonra bile bu inorganik ses sır olarak kaldı. Bu ses de nereden geliyordu böyle?