Sono mono. Nochi ni... - Bölüm 093
Çevirmen: Kylerxy Düzenleyen: Reira
İlk Saldırı
Geri döndüğümde bir nedenden dolayı Freud, Osen Kasabasının girişinde bekliyordu. Figürümün
geldiğini gördüğünde yavaşça eğildi.
“Güvenle geri döndüğünüzü gördüğümde kalbimin derinliklerinden rahatladım, Wazu-sama. Hana
döndüğümde çoktan ortadan kaybolmuştunuz. Bazı işleri halletmek için bir yere uçtuğunuzu duydum.
Gerçekten ama gerçekten çok endişelendim, boğazımdan üç saattir hiçbir şey geçmedi.” (Freud)
“Ne zaman akşam yemeği yediniz? Ne yedin?” (Wazu)
“Yaklaşık üç saat önce sukiyaki adında bir yemek yedim. Nabe adı verilen bir kabın içerisinde pişirilmiş
kaliteli etler, çeşitli mantarlar ve vahşi bitkiler kullanılıyordu. Gerçekten çok lezzetliydi. Oh evet,
ayrıca kaplıca yumurtaları da vardı.” (Freud)
‘’Başka bir deyişle, çok yediğinden artık şu anda hiçbir şey yiyemezsin?” (Wazu)
“Hmm… Sanırım öyle de denebilir.” (Freud)
“Bunu garipleştiren tek kişi sensin!” (Wazu)
Beklenildiği gibi onunla tartışmak gereksizdi. Derin bir nefes aldım ve Grave-san’ın karısının daha
önce beni getirdiği hana doğru yöneldim.
Hana vardığımda buraya geldiğim zaman kaldığım odaya ilerledim. Odanın içerisinde Grave-san ve eşi
Serena-san vardı.
Beni fark ettiklerinde Grave-san elini kaldırdı ve beni çağırdı.
“Oh, tekrar hoş geldin~! Bu hızlıydı, işlerini hallettin mi?” (Grave)
“Evet, bununla yarın bir şeyler yapabilirim.” (Wazu)
“Bunu duyduğuma sevindim. O halde yarınki savaş için enerjini toplaman gerekiyor! Serena, lütfen!”
(Grave)
“Evet.” (Serena)
Bundan sonra Serena-san, Freud’un daha önce bahsettiği sukiyakiyi hazırladı. Ayrıca Meru’ya da
yemek yapmıştı. Serena-san Meru’yu beslerken tek başıma yemek yiyordum.
Ben hiç de kıskanç biri değilim!!
Kaplıca içerisinde yorgunluğumu giderdikten sonra uyumaya gittim.
Ertesi sabah erkenden kalktım. Nazikçe, üstümde uyuyan Meru’yu kaldırdım ve kasabada bir gezinti
yapmak için yavaşça ayrıldım.
Eğer yakından bakacak olursanız bu şehirde birçok han olması bu kasaba içerisinde özel odaların
olmadığı anlamına gelmiyordu. Tabii ki bazı insanlar gerçekten de burada yaşıyordu.
Tam şu anda bu sıradan gerçeği fark etmiştim. Kesinlikle buraya geldiğimde geceydi ve ertesi gün çok
telaşlıydım. Çeşitli şeyler olmuştu ve kasabayı doğru düzgün inceleyememiştim.
Tabii ki erkek banyo bölgesinden kaçınırken kasabada dolanıyordum. Meru sokak tezgahlarında
satılan kaplıca yumurtalarını yerken açık alanda satılan hediyelik eşya dükkanları ve benzeri yerlerin
ürünlerine baktım.
Öğlen yapılacak savaştan önce zaman öldürüyordum.
Randevu zamanı. Ben şehir merkezindeki sahnede duruyordum. Meru çatıdan bir yerlerden izliyordu.
Sahnede çok fazla seyirci vardı. Grave-san ve Freud’un hangi yönden izlediklerini kestiremiyordum
çünkü çok fazla insan toplanmıştı.
Haosui gözlerimin önünde duruyordu. Hiç de motivasyonu var gibi gözükmüyordu. Baygınca iki elini
de indirdi ve uykulu gözlerle bana döndü. İlk karşılaştığımızdaki o açık gömleği giymiyordu. Komşu
kasaba adamları giyiyor gibi gözüken sıradan kıyafetleri vardı.
“Öyleyse, başlayalım mı?” (Wazu)
Bunu söyledikten sonra yüz ifadesinde hiçbir değişiklik olmamasına rağmen Housui’den hissettiğim
güç giderek arttı.
Ancak hiçbir hareketlilik yoktu. Beni gözlemlemekten başka hiçbir şey yapmıyordu. Kafa karışıklığı ile
kafamı eğdiğimde Haousui konuştu.
“İlk sen saldırabilirsin. Ben her zaman rakibe ilk saldırı şansını veririm.” (Haosui)
Anlıyorum. Tabii ki daha önceki savaşında ilk saldıran diğer takımdı. Özelleştiği statüler çok yüksekken
karşısındakinden ne beklediğini merak ediyorum. Yani basitçe rakibinin yaptığı ilk saldırıyı karşılıyor.
Öyleyse hemen onu yenelim ve ejderha göztaşlarını içmesini sağlayalım!
Hayır, bir dakika…
Daha önce tanrıçaların konuşmalarında ilk önce sahip olduğu kırmızı topu patlatmamı söylediklerine
eminim. Sadece durumu onaylayalım!
“Başlamadan önce bir şey sormak istiyorum.” (Wazu)
“Ne..?” (Haosui)
“Yuttuğun kırmızı topu kendi başına patlatabilir misin?” (Wazu)
“Hmm..? Bilmiyorum. Ben de onu yapmayı denemek istiyorum.” (Haosui)
Ben de öyle düşünmüştüm. Bu cevabı bekliyordum. Ama yine de problemli kırmızı topu ondan nasıl
çıkaracağımızı bilmiyorum. Acaba her zamanki gibi savaşabilir miyim? O zaman bilincini kaybettiğinde
ne olacak? Hmm… Her şeyden önce onunla düzgün bir şekilde savaşmalı ve durumu gözlemlemeliyim.
“Anlıyorum. O halde saldırıyorum!” (Wazu)
“Hızlıca yap. Sonuçta ben kazanacağım!” (Haosui)
Konuşmanın ne kadar da kibirli bir yolu. Pekala, şu anki durumda ve her şekilde elden bir şey gelmez.
Belki de insanlar arasında en güçlüsü olduğunu düşünüyordur.
Hayır, bu yanlış. Kibirli olduğu için değil, sadece ilgilenmiyor. O motivasyonunu kaybetmiş. Artık bunu
umursamıyor.
Artık burada kimse onu yenemeyeceğinden sadece bunu çabucak bitirmek istiyor. Hiçbir beklentisi
yok. Bu savaşın sonucunu çoktan bildiğini düşündüğünden motivasyonu yok.
Eğer öyleyse… Hadi, onu biraz motive edelim.
“Pekala, hadi başlayalım. Dümdüz geleceğim ve kafana doğru tekme atacağım.” (Wazu)
“Neden açıklama..-” (Haosui)
Ona nasıl saldıracağımı düzgün bir şekilde açıkladıktan sonra hızlıca Haosui’ye yaklaştım ve kafasına
doğru bir tekme savurdum. Bir an Haosui şaşkın bir ifade sergilese de çok geçmeden normal haline
döndü.
Saldırıyı engellemek için hemen kolunu kaldırırken diğer serbest elini bana saldırmak için kullandı.
Haosui’yi tekmelemek için kullandığım ayağıma biraz güç uyguladım. Havaya uçtu ama hiçbir şey
olmamış gibi tekrar iki ayağının üzerine indi. Gözlerini benim üzerime odakladı. Bu onun her zamanki
uykulu gözleriydi ancak içinde biraz da olsa heyecan hissediyordum.