Tensei Shitara Slime Datta Ken - Bölüm 056
Ingrasia Krallığı
Önceki Bölüm | | Sonraki Bölüm
Çevirmen: Bakakuun
.
.
.
Ingrasia Krallığı’na olan yolculuğum sıkıntısız bir şekilde devam etti.
Ranga’ yı çağırdım ve daha küçük bir benliğe (boyut olarak) dönüşmesini sağladım, kürkü aynı zamanda bir zırh görevi gördüğünden bir problem olmamalı.
Yani, biraz iri siyah bir kurt gibi gözüküyordu dışarıdan.
Yolculuk ettiğimiz yol taş benzeri bir şey ile kaplanmamış olmasına rağmen bir “ana yol” olarak adlandırılıyordu, bu yüzden yol üzerinde silahlandırılmış askerlerde gördük.
Arada sırada orada burada canavarlar ortaya çıkıyordu ve havada da büyünün kokusu hâkimdi.
Güçlü sayılabilecek canavarlarla karşılaşmadık ancak yollar bir nevi canavarlar tarafından istila edilmişti.
Yolda soyguncular ve eşkıyalara benzer aşağılık ve önemsiz tiplerde vardı.
Ama onlarla karşılaşamadık bile,
Yani herhalde bu anlaşılacak bir durum, hangi benlik Ranga’ nın hızına yetişebilirdi ki?
Ve hani öyle çok hızlı hareket de etmiyoruz, sakince ilerliyoruz ama yine de 60km hızla yolda ilerliyoruz.
Herhangi bir at arabasından kat be kat daha hızlı.
Bu şekilde yolculuk rahatça devam etti ve Ingarasia Krallığı’ na varmamız sadece 2 gün sürdü.
Şehrin büyüklüğü şaşırtıcıydı.
Yani tamam genişti ama aynı zamanda şehri çevreleyen taştan bir duvar vardı.
İçeriye girişi mümkün kılan iki kapı vardı, bu kapılar haricinde içeri girmeyi sağlayabilecek bir yöntem bulunmuyordu. Bunun gibi bir şeyin inşası için harcanan para ve zamanı düşünmek insanın beynini zorluyordu.
Şehre girdik ve önümüzdeki manzara nefesimizi kesti.
Bir sürü yüksek katlı bina şehri donatmıştı ama bu normal karşılanabilecek bir şeydi; ancak buradaki binaların yükseklikleri Brumun’ daki binaların yükseklikleri ile karşılaştırılamazdı.
Çoğu en azından beş katlıydı.
Şehir tuğla ve tahta ile sarılmıştı.
Ama her şeyden çok şehrin ortasında bulunan beyaz sarayın varlığı ve şehir planlaması beni düşünmeye iteledi,
Şehrin merkezine büyük bir göl hâkimdi ve sarayda tam ortasına inşa edilmişti.
Kaleden çıkan dört köprü ve bu köprüleri bağlayan dört yol şehrin ana yollarına erişimi sağlıyordu.
Bu heybetli mimari eser ülkenin askeri gücünü anlatıyordu görenlere.
Kısacası, gördüğüm her şey hakkındaki düşüncem, Harika! İdi.
Savunulmasına gelirsek, bütün önemli sayılabilecek kesişim noktaları şövalyeler tarafından denetleniyordu.
Burada kanun dışı bir harekette bulunmak için gerçekten umutsuz bir halde olmanız gerekirdi.
Beklenildiği gibi, ileri görüşlü Konsey tarafından inşa edilmiş bir şehir.
Demek istediğim, yabancı ülkeden gelen önemli bir kişinin (prens) şehir içerisinde bir sıkıntı yaşadığını hayal edin; bunun gibi bir durumu engellemek için şehir savunulması mükemmelleştirilmiş.
Lonca kardı sayesinde kapının birinden kolayca geçebildim; normalde geçiş iznini almak için üç değişik aşamadan geçiriliyor insanlar.
İlk olarak, kimlik bilgilerine bakılıyor, eğer bundan bir sıkıntı yoksa vücut araması yapılıyor ve sonra başka bir sırada sıraya giriliyor.
Her giriş noktası sıkı bir şekilde korunuyor ve sıralar Cüce Krallığı’ ndaki sıralardan çok daha uzun.
Başka bir şekilde dile getirmem gerekirse, Loncadan kimlik alabilmeyi akıl edebilmem çok iyi oldu.
Bu arada, ikinci aşama sırasında bir sıkıtı ortaya çıkarsa üçüncü aşamaya devam edilebiliyor ama o andan itibaren bir suçlu muamelesi gösteriliyor.
İnsanın içeri girme hevesini kıracak bir yönde davranıyorlar.
Ama yine de içeri girmeye çalışan bir sürü insan var ve aşırı uzun sıralar gözetmenlerin önlerinde oluşuyor.
Bütün bunlar, şehrin dışarıdan gelenler hakkında ne kadar ayrımcı olduğunun kanıtı.
* * *
Etkilenmiş bir şekilde ilerlemeye devam ettim.
Ranga’ ya gelirsek, Kraliyet başkentine vardığımız anda gölgeme çekildi,
Ne? Onu burada açık açık gezdireceğimi mi sandınız?
Tabi ki böyle bir şey yapmam. Kurtların habitatları şehirler değil, ben bile bu kadar sağduyuya sahibim o yüzden endişelenmeyin.
Ranga’ yı gölgeme sakladıktan ve günün yarısını sırada geçirdikten sonra, en sonunda şehre girdik.
Görünüşünden çok başka bir şey etkiliyordu meraklı gözleri.
Gelişmiş kültürlerinin harika bir şekilde sergilenmesine tanıklık edebildim.
Konserler için kullanılan spor salonlarına benzeyen binalar gördüm.
İşlek caddeler sanatçılara ve tiyatrolara ev sahipliği yapıyordu, aynı zamanda gösterileri için bir sürü reklam da mevcuttu.
Burada kâğıt ucuz mu bilmiyorum ama sokaklara serpilmiş ilanları görebiliyordum.
Gerçekten bir başkentti burası.
En sonunda, şehrin işlek havasını uzun bir zamandan sonra tadabildim.
İmkânsız! Diye düşündüm şaşırarak camdan yapılmış binalara bakarken.
Camların arkasında eşyaların satıldığını görebiliyordunuz, tıpkı eski dünyada da olduğu gibi.
Aslında, durum işte tam da buydu.
Tek fark vitrinlerdeki ürünlerin zırhlar ve silahlar olmasıydı.
Kılık kıyafet üzerinde ustalaşmış dükkânlar sarayın yakınlarına konuşlanmıştı – üst sınıfın var olduğu alanlara doğru.
Ama bu dükkânlar geniş kitlelere hitap etmiyordu.
Şehir duvarları içerisinde yaşayabilmek için baya zengin olmanız gerekiyordu ama Kale (saray) a yakın evlerde oturabilmek için soylu olmak gerekiyordu – sadece soylular oturabiliyordu.
Ve bu da ekonomik gücün, zenginliğin bir kanıtıydı.
Yani, hazineyi daha fazla dolduranlara daha iyi davranmak doğal bir şey değil mi?
Bu şekilde şehirde biraz gezindikten sonra kalabileceğim bir han aradım.
Şehir dört semte ayrılmıştı,
Tüccarların bölgesi, turistik bölge, üretim (fabrika) bölgesi ve yerleşim alanı.
Ortada saray ile bölünmüş, yuvarlak bir şehir.
Ve anlaması da kolay bir yer.
Turistik bölgeye yöneldim.
Tahmin ettiğim gibi hanlara ayrılmış bir yer bulabildim. Aynı zamanda arka tarafta bir barda mevcuttu.
Bu beni heyecanlandırdı. Ancak bu benim bugünkü hedefim değildi.
Maalesef eğlenceden kaçınarak handa bir oda ayırttım.
Turistik bölge duvarlara yakın, sokaklarda bir sürü cazibe edici yerler mevcut.
Sokak üzerinde işportacılarda mevcut.
Ortasına doğru diplomatlar ve konferanslar için ayrılmış büyük bir bina var, içerisinde bir okul da barındırıyor gibi gözüküyor.
Bu bölgede olan dört bölümden en korunaklı olan yer burası.
Özgürlük Birliği’ nin merkezi de bu bölüme yakın.
Nerede olduğunu bilmediğimden bir şövalyeye yol tarifini sordum,
[Hangisinde işin var? En yakını buradan dümdüz ileride.]
Dedi işaret ederek.
Gösterdiği yönde büyük şatafatlı bir bina vardı.
Hemen yanında Batı Azizleri Kilisesi ile alakadar bir bina vardı. Azizlerin Haçı tepesinde gururla sergiliyordu kendisini.
[Kilisenin yanı?]
[Evet, o gösterişli olanın. Senin gibi küçük bir kız bile oraya giderken kaybolmaz.]
Bu şekilde yolu öğrendim. Özgürlük Birliği’ nin görünüşe göre başka bir binası daha var ama önce yakında olana gideceğim.
Uzaktan görülebilecek baya büyük bir bina.
Bu yüzden kalacak yerimi de ayarladıktan sonra Özgürlük Birliği’ nin merkezine gittim.
Şimdilik Kilise ile bir işim yok. Aslında bir ateistim bu yüzden hayatım boyunca bir kiliseden uzak kalmayı tercih ederim.
Dahası, kilise canavarları doğal düşmanları olarak fişliyor, yani önünde gezinmemeyi yeğlerim.
Ama kim Özgürlük Birliği’ nin yanında olacağını düşünebilirdi ki?
Yani, aura’ mı belli etmediğim müddetçe benim ne olduğumu anlayamamalılar.
Bu konu hakkında endişelenmenin bir getirisi de yok sonuçta, eğer anlarlarsa sıradaki adımı o zaman düşünürüz.
Loncanın girişi cam ile kaplı, baya pahalıya patlamış olmalı.
Açıkça söylemem gerekirse bu dünyada camdan kapı görmeyi beklemiyordum, “Dünya Gezginlerinden” beklenildiği gibi hayata geçirilmesi imkânsız olan şeyleri sadece saf arzuları ile gerçekleştirmişler.
Anlaşılan benim çabalarım yetersiz kalmış.
İzin verdiğin şey gerçekleşir ve vermediğin şey de gerçekleşmez.
Yapamayacağını söylemektense direk yapmaya çabalamak daha önemli.
Bunu aklımda tutayım.
Ve içeriye girmeyi aklımdan geçirirken bir aura’ nın beni incelediğini hissettim.
Kapılar kendi kendine açıldı.
Cidden! İnsan benliğini fark ederek açılan kapılar,
Ne kadar gereksiz – çetrefilli bir teknoloji örneği.
Bu kadar ileri gitmiş olmalarına şaşırdım, dibindeki kilisenin kapısının elle açıldığını düşünecek olursak.
“Neden bu kadar fark var arada, dibinde be diğer bina!” aradaki farkın nedenini akıl edemedim.
İçeri girdiğimde bir bakışın üzerime yönlendirildiğini hissettim.
Kapının yanındaki abla,
[Hoş geldiniz! Bugün ziyaretinizin amacı ne olabilir acaba?]
Dedi tıpkı bir otelde dedikleri gibi. Merkez onlar tarafından fazla etkilenmiş.
[Ah, Büyük Üstat ile görüşmek istiyorum. Tanıtım mektubum var.]
Dedim ve belgeyi ona uzattım.
[Kontrol etmeme izin verin. Lütfen bu odada bekleyin.]
Bekleme odasına yönlendirdi beni.
Merkez gerçekten etkileyici bir yer, oturduğum anda hemen çay ikram ettiler.
İsteyecek bir şey bırakmıyorlar.
Birden bire merak ettiğimden sordum,
[Hey, güvenlik biraz fazla rahat gibi gözüküyor burada, her isteyen öyle içeri girebiliyor mu?]
[Ah, merkeze ilk gelişiniz olmalı.
Sadece B sınıfı ve üzeri maceracılar girebilir buraya.
Giriş Lonca kimliğinizi tarıyor, yani, gerekli kimlik bilgilerine sahip olmayan kimseler giremez.
B, C+ sınıfına üye olanlar şehrin girişinin yakınında olan binayı kullanmak zorunda.]
Diye açıkladı.
Anladım, yani sensor bu yüzden var.
Şövalyenin bahsettiği diğer bina bu olmalı.
Yani gerekli rütbeye sahip olmayan kimseler içeri giremiyorlar.
(Diğer Lonca Binasına gidip) Mektubu gösterdikten sonra buraya yönlendirilirmişim ama ilk buraya gelmem iyi olmuş.
B sınıfına yükselmeye kara vermem iyi olmuş.
Bunu düşünürken kapı çalındı.
Kapı açıldı ve bir adam içeri girdi.
Genç bir görüntü ile bahşedilmiş siyah saçlar ve siyah gözler.
Kendisini rahatlıkla bir lise öğrencisi olarak tanıtabilir.
[Tanıştığımıza memnun oldum, ben Kagurazaka Yuuki, Özgürlük Birliği’ nin Lonca Ustasıyım.
Konuşmamıza sabırsızlanıyorum Rimuru-san, dikkatli bir şekilde (içten) dinleyeceğim!]
Dedi neşeli bir gülümseme ile.
Arkadaş olunması kolay genç birisi, Kagurazaka Yuuki ile tanıştığımda hakkında bunu düşümdüm.
* * *
*Paaaaan!*
Kapılar adeta uçarak açıldı ve Milim girdi.
Bu normal bir şeydi bu yüzden Frey fazla bir tepki göstermedi.
Evvela, büyük yoğunlukta hızlı bir şekilde yaklaşan bu enerji sadece Milim olabilirdi.
Milim içeri girdiğinde kocaman bir gülümseme ile haykırdı,
[Yahoo, Frey! Bugün hava ne kadar da güzel öyle değil mi?]
Güzel mi güzel sarı saçını elleri ile tarıyordu, ellerinde bilinmedik bir şey vardı.
Bir yüzük değil, dört parmağını saran, üzerinde ejder dekorasyonları olan bir şey.
Küçük ellerine sanki doğalmış gibi uymuştu.
[Hmm… Fazla erken mi geldim?]
Dedi yüzünü yellerken.
Ne zamandan beri sıcaklığı kafaya takıyordu…?
[Ara (öyle mi gibisinden fonetik) , Milim. Uzun zaman oldu, bugün iyi gözüküyorsun. Güzel bir şey mi oldu?]
[Nnn, çok mu belli? Bunlara baksana!]
Dedi ellerindeki Ejder Muştalarını gösterirken.
Göğsünü gererek bir Fufun! İle gülerek.
Frey sadece iç çekebildi önündeki kesite.
[Ara, aman aman! Ne kadar da yakışmışlar. Nereden aldın onları?]
Onu övmeye karar verdikten sonra Frey bu soruyu yöneltti.
Utanç içerisinde oradan oraya kıpırdarken Milim,
[Bilmek istiyor musun? Söylesem mi ki… Söylesem mi ki… Hmm… Ne yapsak…]
Gibi amaçsız kelimeler ağzından çıktı.
Ne kadar sinir edici, Frey Milim’ i uzun zamandır tanıyordu ve sadece bunu düşünebildi.
[Ara, biz “arkadaş” değil miyiz? Bana söyleyebilirsin, öyle değil mi?]
Bu kelimeleri duyunca Milim’ in gözleri fal taşı gibi açıldı,
[Evet! Arkadaşız!
Pekâlâ, sana söyleyeceğim. Aslında…!]
Ve bu şekilde Frey Milim’ den canavarlar şehri hakkında bir takım şeyler duydu.
Devamlı aldığı elbiseyi göstererek, hava atarak anlatıyordu.
Frey bu kadar mutlu bir Milim’ i görmenin şaşkınlığını saklayamıyordu.
Milim hikâyesini bitirdiğinde,
[Pekâlâ, pekâlâ. Milim, “arkadaşın” olarak sana vermek istediğim bir hediyem var.
Kabul eder misin?]
Dedi Frey ve hizmetçisine eli ile işaret etti.
Mor bir kumaşa sarılmış güzel bir mücevheri hizmetçi içeri getirdi.
Ve bu gelen mücevher bir kolyeye monte edilmişti.
Bu kolyeyi gören herhangi bir kimse değerinin yüksek olduğunu tek bakışta anlardı.
[Hmm? Hediye bu mu?
Kabul etmemde bir sıkıntı yok değil mi? Kabul etsem bile sana Ejder Muştalarını vermem ama!]
Dedi Milim buruk bir gülümseme ile.
[Endişelenme Milim. Bu “arkadaşlığımızın” bir kanıtı. Dediğim gibi “arkadaşının” bir hediyesi bu.
Benim için takmaz mısın?]
Dedi Frey yumuşak bir gülümsemeyle.
Parlak bir gülümsemeyle “Takarım!” diye haykırdı Milim.
〈Büyü: (İblis) Kukla Hazırlanıyor… Başarılı〉
O anda Milim’ in gülen yüzündeki ifade donuklaştı.
Gözlerinde bir şey parıldadı ama bilinci çoktan gitmişti.
Ejder Muştaları ellerinden kayıp gitti.
Bu tepkiyi görünce Frey rahatlamayla birlikte iç çekti.
[Halloldu Clayman. Bu yeterli mi?]
Dedi odanın karanlık ve boş olan köşesine doğru.
Kimsenin olmayacağını düşüneceğiniz bir yerden birisi ortaya çıktı.
Kukla ustası olarak bilinen, İblis Lordu Clayman.
[Kukuku. Aferin, Frey. Artık en güçlü kuklaya sahibim!
Kuuuuhahahahahaha!!!
Beni genç bir İblis Lordu olarak küçümsedin ama bunun gibi basit bir oyuna gelmiş olman… Ne kadar acınası Milim!]
Kötü niyetli bir gülümseme ile Clayman Milim’ in yüzüne vurdu.
Doldun yanakları kırmızılaştı ve dudağı patladı.
Normalde birden çok defansif bariyere sahip olan Milim şu anda hiçbir koruyucu bariyere sahip değildi.
Normal bir kız, hayır, bir insanlardan bile güçsüzdü; İblis Lordunun saldırısından etkilenmesi doğaldı.
Kuahahahaha! Yüksek sesle gülerken Clayman saldırılarına devam etti.
[Yetmez mi?]
[Hmph, az bir hasar nedeniyle bozulacak bir büyü değil bu!
Normalde ne kadar kibirli olduğunu düşünürsek sen de kin besliyorsundur ona karşı?
Bu yüzden bu planı kabul etmedin mi?
Eğer nedenin buysa kendini tutmana gerek yok. Artık karşı koyamaz.
Yani, gereksiz dayanıklı birisi ve yara aldığında iyileştirmemiz yetecektir!]
Gözleri kan çanağı gibi olan Clayman Milim’ e tekme atarak ayaklarını yerden kesti.
Clayman’ ın aksine Frey durumu inceliyordu.
[Hey, Clayman. Belki bilmiyorsundur ama Milim’ in otomatik savunma modu var, anlıyor musun?
Biz buna “öfke” diyoruz, bedeninin limitini aşan yetenekleri kullanabilmesine yarıyor.
Yani ölmek istiyorsan, buyur ama beni de buna karıştırma. Anladın mı?]
Clayman bu sözleri duyunca sakinliğini geri kazandı.
[Tch (hoşnutsuzluğu belirten fonetik). Nasıl bir İblis Lordu bu. En yaşlı İblis Lordu bizi küçümsüyor.
Her neyse. Eğer onu kullanırsam diğer İblis Lordları ile olan ilişkilerimi geliştirebilirim.
Frey, benim suç orağımsın bu yüzden bana ihanet etmeyi düşünme bile!]
[Ara? Eşit değil miydik biz?]
[Ahmak! Planı düşünen benim! Sen de benim piyonlarımdan biri haline geldim.
Milim’ in elleri ile ölmek istemiyorsun değil mi?
Kuhahaha! Milim’ i de ele geçirdiğime göre artık beni reddedemezsin!]
Frey’ in yüzü tatsız bir hal aldı Clayman’ ın söylediklerini duyunca.
Sen Gökyüzünün Kraliçesisin öyle değil mi? Milim’ in ortadan kalkmasını istiyorsun ve ben de bunu gerçekleştirebilirim!
Bu kelimler yüzünden planı kabul etmişti.
Bir şekilde Milim’ in “arkadaş” sözcüğüne zayıf olduğunu öğrendi.
[Anladım.]
[Güzel. Sadece bana ihanet etme yeter.
Sen Milim gibi değilsin sana bunu yap şunu yap demeyeceğim. Sadece arada bir iki şey rica edeceğim!]
Gülmesine devam ederken bunları dedi Clayman.
Şimdi altında üç İblis Lordunu bir araya getirmişti. Konseylerinin artık yok sayamayacağı bir güç haline gelmişti.
En azından geriye kalan genç İblis Lordlarını sollamıştı.
Milim ve Frey, bu ikiliyi kontrol ederek belki diğerlerinin de kendisine katılmasını zorlayabilirdi.
Ondan sonra eski nesil de ondan korkardı.
Hepsine hükmedecekti!
Sonuçta o kukla ustasıydı! Hepsini bu isim altında yönetecekti.
Listede sırada olan İblis Lordu Karion’ du. Ondan sonra…
Clayman plan kurmakla meşguldü.
Frey soğuk bir şekilde bunu inceledi.
Yerde, Milim’ in Ejder Muştaları zayıf bir ışık yaydı.
Ama Milim’ in gözlerinde bir ışık yoktu artık.
Ejder Muştaları mağrur bir şekilde parladı.
☾☽☾☽☾☽☾☽☾☽☾☽☾☽☾☽☾☽☾☽