The Second Coming of Gluttony - Bölüm 10
Bölüm 10: Farklı İnsan Türleri (1)
Çevirmen: Haspanity & Redaktör: Barktooth
Seol’un, sandalye bacağının keskin ve kırık kenarını canavara doğrultturken bir adım öne çıktığı gibi…
Kkeeeick!
Canavar korktu ve dizlerinin bağı çözüldü. Canavar hızlıca kafasını geri çekti ve sürünen vücudunu yere bastırdı. Ve havadaki ilk adımı nihayet yere bastığında hızla geri çekildi; tepki hızı sıcak bir şiş tarafından sokulmuş bir domuz kadar hızlıydı.
Sinsice geri çekilen canavarın kafası çok karışıkmış gibi görünüyordu sanki neden bu şekilde kaçtığını anlayamamış gibiydi.
Grrrr….
Canavar Seol’un aurası tarafından baskılandığı gerçeğini kabul edince, balgamlı boğazıyla yüksek bir sesle homurdandı. İçgüdüleri, tehlike uyarıları haykırıyordu.
Gözlerinin önündeki bu insan, diğerleriyle kıyaslanamazdı. Eğer bu adama saldırırsa, ölebilirdi.
Canavar, karnını belli bir dereceye kadar çoktan doyurmuştu. Ayrıca dışarıda başıboş dolaşan bir sürü av vardı. Canavarın bu tehlikeye göğüs germesinin bir nedeni yoktu.
Canavar bu kararı verir vermez, hızla açık kapıdan kaçtı. Gerçekten yüksek bir zekaya ve aynı şekilde hızlı reflekslere sahip gibiydi.
Tk.
Sandalyenin kırık bacağı Seol’un elinden kayıp düştü. Seol, salonun içindeki boşluğa biraz sersemlemiş bir yüzle baktı. Şu anda tamamen sakinleşmiş görünüyordu.
Aradan çok zaman geçmemişti ama kan gölünün üzerinde yatan ondan fazla cesedi görebiliyordu. Sonunda, o canavarın sürünerek çıktığı delik dikkatini çekti.
‘Günlükteki delik.’
O zaman ‘o‘ bu. Yani günlükteki delik buydu.
Seol salonun çıkışına bir kez daha göz attı. Biraz tereddütü vardı ama yine de zemini aşarak deliğin yanına gitmeyi seçti ve dikkatlice hala kan damlamakta olan delikten aşşağıya baktı. Sonra dikkatlice içine girdi.
[Bilinmeyen Bir Öğrencinin Günlüğü güncellendi.]
Seol bodrum katına geldi. İlerlemeye karar verdi, en azından şimdilik. Güçlerini biraz fazla kullanmış olmalıydı çünkü aklını ve bedenini oldukça yorgun hissediyordu.
Koridor öne doğru 90 derece eğildi ve sonunda her iki tarafa da düzenli aralıklarla yerleştirilmiş kapılarla kaplı bir kısma geldi. Görünüşe göre bu yer altındaki yer okuldaki kulüp toplantıları ve aktiviteler için kullanılıyor gibiydi. Seol, “Her yere gidin!” Yazılı renkli bir pankartın olduğu bir kapıyı açtı.
Oda küçük ve samimi görünüyordu ve sadece 10-15 metrekarelik bir alanı kapsıyordu. Duvarlarda asılı olan posterleri kontrol edince bu odanın bir seyahat kulübü olduğunu düşündü.
Seol omzundaki altın torbayı indirdi ve duvara doğru çömeldi.
Transa geçmiş bir adam gibi orada oturduğunda, bir zamanlar puslu olan bilinci ona azar azar geri dönüyor gibiydi. Sanki uzun bir rüyadan uyanıyor gibiydi.
Ve kısa bir süre sonra ….
‘Ne düşünüyordum ki ….?’
Daha önceden unutmuş olduğu dehşet ve tiksinti, bu sırayla ona hücum ediyor gibiydi. Adrenalin patlaması sayesinde etraftaki kan kokusunu engelleyebilmişti ama refleks olarak öğürmesine neden oldu. Zayıf diye adlandırılan canavarı aklına getirdiğinde tüm vücudu korkudan titremeye başlamıştı.
Ancak tüm bu olay sadece birkaç saniye sürmüştü. Yavaş yavaş nefesini toplarken titremesi sona ermişti. Kalbinin durulduğunu hisseden Seol alaycı bir gülümseme oluşturmaktan kendini alamadı.
Rüyasındaki şeytani yok edici Seol gerçekten o muydu? Yoksa şu an korkudan titreyen, gerçek o muydu?
Zhuangzi’nin Kelebek Rüyası’nı yaşıyormuş gibi hissediyordu. (Daoistlikle alakalı bir olay ;chuang tzu rüyasında bir kelebek olduğunu görür. uyandığında ise kendisini rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir kelebek mi olduğuna karar veremez.)
Seol dişlerini sıktı; zihnini odakladı ve şu ana kadar olanları düşünmeye çalıştı.
Çözmesi gereken ilk şey gözleri ile ilgili olan sorulardı.
‘Dokuz Göz’ denilen gelişmiş yetenek …. Bu Seol’a biraz şoka uğratmayı başarmıştı. Ne de olsa, gözlerinin sadece yeşil rengi görebileceği varsayımı altında yaşıyordu.
‘Hayır, başka renk yok değildi sadece onları göremiyordum.’
Yeni açılan renkler; sarı, turuncu ve kırmızıydı. Aynı derece önemli olan diğer şey ise açılmayı bekleyen başka renklerin de olmasıydı.
Kang Seok, dikkat gerekli, manasına gelen sarı renkte gözüküyordu ama Yi Seol-Ah için hiçbir renk yoktu. Bu da onun rengini henüz göremediği anlamına geliyordu.
O kızı düşününce, düşünceleri oldukça karmaşık bir hal aldı. Yalvaran yardım çığlıkları hala kafasında dolaşıyordu. Eğer kararını vermesi zaman almasaydı o iyi kalpli kız hala hayatta olmaz mıydı?
[Bay Kang Seok, Bay Yi Hyungsik ve Bay Jeong Minwoo ikinci kat bekleme alanına ulaştılar.]
‘Oraya çoktan vardılar mı?’
Bu ani duyuru Seol’un zihnini biraz boşaltmasına yardımcı olmuştu.
[#Bodrum, birinci kat, kulüp odası (Bilinmeyen Bir Öğrencinin Günlüğünden alıntı, sayfa 5)]
Bir şekilde bodrumda saklanmayı başardım ama gözlerimden yaşlar akmaya devam ediyordu. Ağlamadan duramıyordum.
Gözümün önünde ölen arkadaşlarımın çığlıklarını unutamıyorum.
Bu nasıl bir canavardı? Ve, neden … Ah, Tanrım. Lütfen, bana yardım et….
Çok uzun süre ağladım. Sonunda, midem açlıktan homurdandı.
Bunun, ne doğru zaman ne de doğru yer olmadığını biliyordum ama yine de acıkmıştım…
Seol, günlüğü bağlı olan bir dosyayı görene kadar dikkatlice günlüğü okudu. İşler birbirine gittiği için daha önce kaçırmış olmalıydı. Dosyaya tıklayıp açtığında Seol’un gözleri şaşkınlıkla genişledi.
‘Bir harita mı?’
Ekli dosya aslında tüm okul alanının plan benzeri bir haritasıydı. Ana bina kısmına tıkladığında haritanın o bölümü genişlemişti ve Seol rahatlıkla binanın düzenini kontrol edebiliyordu.
Bakışları ikinci katta bir noktaya düştü. Bu özel oda dikdörtgen şeklindeydi ve duvarların kenarlarında ve çizgilerin üzerinde veya yakınında bulunan altı mavi yanıp sönen simge vardı. Ancak, yanıp sönmesi tamamen kesilmeden önce birinin kırmızı renge dönüştüğünü gördü.
Knock. Knock.
Seol, kapı çalma seslerini duyduğunda o mavi yanıp sönen simgelerin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu. Şaşıran Seol bakmak için arkasını döndü ve renk tamamen kaybolmadan önce kapıyı kısa bir süre yeşil tonla yıkanmış olarak buldu.
—… O burada da değil mii?
“Orada kim var?”
Seol’un keskin sesi dışarıdaki gürültünün uzaklaşmasını engelledi.
—Whew, sonunda seni buldum. Hey dostum, içeri girebilir miyim? Ah, evet. Seni tehdit etmeye filan çalışmıyorum, lütfen rahatla.
“….”
—Sana katılmamdan rahatsızsan, sadece söyle. Seni rahat bırakacağım.
“….İçeri gel.”
Kapı yavaşça açıldı.
“Teşekkürler! Aslında bana defol demenden korkuyordum.”
Neşeli bir tonda konuşurken kulüp odasına giren adam, sekiz Davetli’den biriydi , hafif uzun saçlarının üzerine yeşil bir beyzbol şapkası takmıştı ve hafifçe bronzlaşmış teni bir çift güneş gözlüğü ile örtülmüştü.
“Dostum, seni bulmak için çok uğraştım. Yani, kanlı ayak izleri sönükleşmeye başlamıştı, ve burada da bu odalardan çok vardı…. Ah, evet. Sen de sigara içmek ister misin?”
Adam çantasını yere koydu ve aniden Seol’a bir paket sigara uzatmadan önce küçük bir yaygara kopardı. Cevap vermeden Seol kendi paketini çıkardı. Hala bir sigarası vardı.
“hybrid mi içiyorsun? (elektronik sigara ama sağlığa normal sigaradan çok daha zararlı) Onları sevmiyorum. O garip tatlardan nefret ediyorum dostum.”
Daha sonra Seol’un sigarasını yakmak için uzandı. Çok geçmeden havada mavi dumanlar tembelce sürüklenirken iki adam birbirine bakıyordu.
Adam yavaşça ağzını açtı.
“Birbirimizi tanıtmalı mıyız? Ben Hyun Sangmin.”
“… Seol.”
“Seol mu? Kız ismi gibi, sence de öyle değil mi? Tek heceli bir isim he?”
“Beni nasıl buldun?”
Seol konuyu değiştirdi. Hyun Sangmin bunu önemsemiyor gibi. Sadece sigaraya hafifçe fiske attı.
“Seni toplantı salonunda, yerdeki deliğe girerken gördüm.”
“Sen de salonda mı kaldın?”
Hayır, hayır gördüğün gibi ben de çıkışa doğru kaçmıştım. Ama geri geldim …. Tüm zaman boyunca orada mıydın?”
Seol sessizce başını salladı. Bu cevabı görünce, Hyun Sangmin sadece başını kaşıdı. Daha sonra hızlı bir şekilde açıklama yaparak devam etti.
Yaşam ve ölüm arasındaki kritik anda, kalabalık çıkış kapısını açmak için kürsüyü ve yığılmış sandalyeleri kenara atmayı başarmıştı. Kaçan insanlar her yere dağıldı. Bazıları okulun ön kapısına doğru yöneldi ama çoğunluk Kang Seok’u takip etti ve anaokul binasının ön girişine koştu.
Ancak, yeni bir sorunla karşılaştılar. Giriş kilitliydi.
“Yine de elimizde hiç vaktimiz yokmuş gibi değildi. O canavar bizi hemen kovalayacakmış gibi görünüyordu ama nedense takip etmedi.”
Hyun Sangmin, kısa bir süre Seol’a baktı ve sonra devam etti.
“Ama tekme atmamıza, ittirmemize rağmen… Her ne yaparsak yapalım, kapı gram yerinden oynamamıştı. Ve hepimiz çok tedirgin oluyorduk. Daha da kötüsü, canavar da ortaya çıkmıştı. Sana söylüyorum, o anlar şaka değildi.”
“Peki, ne oldu?
“Bilmiyorum. Pencereleri kırmak için yakındaki bahçeden bir taş almaya çalışıyordum ama canavarı görür görmez kaçmaya başladım. Uzun bir yol katettim ve toplantı salonuna geri döndüm.”
Hyun Sangmin, güneş gözlüklerini indirdi ve hafifçe sırıttı.
“Oraya bir kez saldırdığı için, bir daha oraya gitmeyeceğini düşündüm.”
“Sen beni gördün ve sonrasında beni takip etmeye karar verdin.”
“Evet. En çılgın hayallerimde bile o deliğe gireceğini hiç düşünmemiştim. Ne yapacağım konusunda anlaşılır bir şekilde tereddüt ediyordum. Ama oraya gittiğimde sen çoktan gitmiştin. Bu yüzden şimdiye kadar seni arıyordum.”
“Neden?”
“Ne? Gerçekten bilmiyor musun?”
Hyun Sangmin gevezelik etti. Tabii ki Seol az ya da çok nedeni anlayabiliyordu.
“Gerçekten çok basit. Sana katılmak istiyorum. Bu yüzden seni aradım…. Yani, ne düşünüyorsun? Tek başına mı yoksa benimle mi olmak istiyorsun?”
“….”
“Başkalarının da peşine takmaya razıysan, bana ne dersin? Ama şu anda sana söylüyorum, seni sömürmek gibi bir düşüncem yok.”
Seol sessiz kalınca Hyun Sangmin eskisinden daha endişeli oldu.
“Tamam, bunu yüksek sesle söylememe izin ver. Ben, adaletsizliğe dayanabilirim ama kesinlikle kaybetmeye dayanamam dostum.”
Seol bu ifadeyle biraz şaşkına döndü. Hyun Sangmin sigarasını söndürdü ve ayağa kalktı.
“Dinle, dostum. Burada önerdiğim şey, eşit bir ortaklık değil. Hayır, daha çok dikey bir ilişki gibi.”
“Dikey bir ilişki mi?”
“Doğru! Beni peşine tak, sonrasında emirlerini yerine getiririm. Ve evet, eğer istersen senin için bir miktar tehlikeye atlamaya hazırım.”
Hyun Sangmin’in teklifi, basit ve kolay anlaşılırdı.
‘‘Beni kullanman da sorun değil.’‘
‘‘Ben oldukça yararlı bir adamım, bu yüzden bana inan ve beni kullan.”
Seol, bu adamın neden bu kadar ileri gitmek istediğini anlayabiliyordu.
Hepsi, Seol’un Altın Damgası yüzündendi. Hyun Sangmin’in toplantı salonunda bir şeyleri anlamış olma ihtimali de vardı.
Ancak Hyun Sangmin bir yardımsever değildi. Belli ki karşılığında bir şey isteyecekti.
“Karşılığında ne istiyorsun?”
“Eh, bir sürü şey, ama …. Şimdilik, hayatta kalmak ve Paradise’a doğru yol almak. Bu yeterli olacaktır.”
Seol, bir süre Hyun Sangmin’i inceledi.
“Eğer yalnız bir kurtsan, buna saygı duyarım. Ben de bu konuyu zorlamak istemiyorum. Bunu sana daha önce de söyledim, değil mi? Beni istemiyorsan, sessizce giderim.”
Buraya kadar konuştu ve yavaşça elini uzattı.
[Hyun Sangmin’in Stat Penceresi]
[1. Genel Bilgiler]
Çağrı tarihi: 16 Mart 2017.
Damga Kademesi: Bronz
Cinsiyet / Yaş: Erkek/26
Boy/Ağırlık: 176,2 cm/53,4 kg
Mevcut Durum: Iyi
Meslek: Lv. 0 (Davetli)
Milliyet: Kore Cumhuriyeti (Bölge 1)
Bağlantı: Yok
Takma ad: Yok
[2. Özellikler]
- Mizaç:
– Ben merkezli (Sadece kendisi için hayatını yaşar)
- Yetenek:
– Olağanüstü (Ortalamadan çok daha mükemmel)
– Seçici göz (Nesnelerin ve insanların değerini belirlemede büyük içgüdülere sahip)
Dürüst olmak gerekirse, Seol kendini “bunu” hissetmiyordu. Yi Seol-Ah gibi biri olsaydı, o zaman tereddüt bile etmeden bir kalp atışında evet derdi ama Hyun Sangmin için, hmm …. Hiçbir şey Seol’un dikkatini çekmiyor gibiydi.
Ancak Hyun Sangmin’in şu anda ölmüş olan kıza çok benzeyen bir noktası vardı.
Rengini göremiyorum.
Onun rengi sarı olsaydı (Dikkat Gerekli), o zaman hemen reddederdi. Ama Hyun Sangmin’in rengini görememesi Seol’un kararına etki etmişti.
Bekleyip görmenin o kadar da kötü olmayacağını düşünen Seol, Hyun Sangmin’in elini sıktı ve salladı.
“Güzel!”
Hyun Sangmin gerçekten mutluymuş gibi parlak bir şekilde gülümsedi.
“Güzel, çok güzel! Şimdi, ben de dünyanın en iyi ekibinin bir üyesiyim!”
Eğer biraz daha yalnız bırakılırsa dans etmeye ya da şarkı söylemeye başlayabilirdi. Hyun Sangmin sonunda yaygara koparmayı bıraktı ve Seol’a yaklaştı.
“Peki, şimdi ne yapacaksın? Bana planlarının ne olduğunu söyler misin?”
Seol derin bir tefekkür içine düştü. Bir haritaya sahip olduğu için, ikinci kat bekleme alanına gitmeye karar verseydi bu onun için parkta dolaşmak gibi bir şey olurdu. O canavar hala etrafta dolaşıyor olmasına rağmen yeteneğini kullandığı sürece herhangi bir tehlikeye girmezdi.
Durup duruken, Seol Kim Hannah’nın sözlerini hatırladı ve neredeyse kahkahalar atacaktı. Haklıydı. Gerçekten de onun için işleri çok basitleştirmişti, bu yüzden bu olaydan sağ kurtulması gerekiyordu.
Seol ayağa kalkarken çantasını aldı. Hyun Sangmin hiçbir şey söylemeden ona baktı.
“Şimdilik buradan gidelim.”
*
İkisi kulüp odasından ayrıldı ve uzun koridorda devam etti. Koridorun sonundaki kapı yer altı otoparkına doğru çıkıyordu. Tabii ki, orada park etmiş tek bir arabayı bile göremediler.
Onlar otoparkı geçerken, Hyun Sangmin gevezelik yapmaya devam etti. Seol’un kutusundan ne aldığını sordu, 500 tane hayatta kalma puanı falan aldı, nerede harcayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu, bu yüzden çöp olmalı, vs, vs.
Bu arada Seol, arada sırada haritayı kontrol ederken ilerlemeye devam etti.
Seol, bir kez bile cevap vermeyince Hyun Sangmin biraz utandı ve aceleyle boğazını temizledi.
“Peki, nereye gidiyoruz? Merdiven mi arıyorsun?”
“Hayır.”
“Eh?” İkinci kata çıkmamız gerekmiyor mu?”
“Kesinlikle.”
Seol, telefonunun ekranına bakarken başını salladı.
“Hemen oraya gitmemize gerek yok.”
“Ne sebeple? Hemen oraya gitmemiz daha iyi olmaz mı?”
“Hemen mi? Bize geliş sırası ile ilgili bir şey söylendi mi?
“Bu …..”
Cevap Hayırdı. Mesaj basitçe zaman dolmadan önce oraya gitmemiz ile alakalıydı. Ve üç saat otuz dakikadan fazla zamanları vardı.
Hyun Sangmin’in şaşkınlık içinde sürekli gözlerini kırptığını gören Seol, kendini biraz daha açıklama ihtiyacı hissetti.
“Bir düşün. Toplantı salonundan ikinci kattaki bekleme alanına ne kadar sürede varabileceğimizi düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum. Eğer her şeyinle koşsaydın…belki de bir dakikadan az sürebilirdi, değil mi?”
“Doğru. Bu okulun toplantı salonu ana binaya oldukça yakın inşa edilmiş.”
Görevin amacı çok ama çok kolaydı. Hazırlıksız normal bir insan bile bunu başarabilirdi.
“Sence de bu biraz garip değil mi? Geciksen bile tüm yolculuk beş dakikadan fazla sürmezdi.”
“Kapı kilitli olduğu için değil mi?”
“Kilitli bir kapıya zorla girilebilir, hepsi bu. Ve açıklamayı daha önce de duydun değil mi? Bu üçü, bir şekilde başarmış olmalı. Başka bir deyişle, bu görevi temizlemek o kadar da zaman almaz.”
“Peki ya canavar?”
“Bu değişkeni göz önünde bulundursan bile bir saatten fazlasına ihtiyacın olmaz. En fazla iki saat. Bir dakikalık mesafe için dört saat çok fazla.”
Rehber Han da daha önce benzer bir şey söylememiş miydi?
….Buraya gelmek zor değil….
Böyle dedi. Doğrusu, Seol’un toplantı salonunu bulup gelmesi için 10 dakika yeterliydi. Nihayetinde Seol’un girişini yapabilmesi için sadece dört dakikaya ihtiyacı vardı, sanki bir şeyleri yapması gerektiği için iki katı süre verilmiş gibiydi.
Seol’un garip bulduğu şey, gitmesi gereken yerin mesafesi kısalmasına rağmen verilen sürenin artmasıydı. Bunun bir nedeni olmalı, dört saatlik bir süre için bir sebep.
Hyun Sangmin de aptal değildi. Sanki o da bir şeyin farkına varmış gibi konuşmayı bıraktı ve çenesini kaşımaya başladı.
“Yani demek istediğin görevin basit ve kolay olmasına rağmen bize verilen süre çok fazla… Bu doğru mu?”
“Ayrıca bize bunun sadece ilk görev olduğu söylendi. Bu da demek oluyor ki, ikinci bir görev olacak, üçüncü bir görev, vesaire vesaire. Ve….”
Ayrıca daha yukarıları değil de ikinci katta toplanmlararı gerektiği gerçeğiydi…. Yürürken Seol düşünmeye devam etti.
“Her halükarda, ana nokta, oraya mümkün olan en kısa sürede varmaya gerek olmamasıydı. Daha sonra ihtiyacımız olan şeyi aldıktan sonra oraya varmak bizim için sorun olmaz. İkinci kata çıkmanın da birçok yolu var.”
“Bunu nereden biliyorsun?”
Seol ona telefonun ekranını gösterdi. Hyun Sangmin bir göz atmak için yaklaştı ve yüksek sesle bir homurdandı.
“Ne ….? Bu bir harita değil mi? Ama bana niye harita vermediler?”
“Bonus olarak aldım. Tamam, oraya gidiyoruz.”
Seol ekrana dokundu ve bodrum katının haritası genişledi.
“Bu yer altı katı tüm okul binasına bağlıydı. Toplantı salonunun altında kulüp odaları vardı. Bu otoparkı geçtikten sonra ana binanın bodrumuna varacağız.”
Seol, kısa süre sonra adımlarını durdurdu. Daha sonra ilerisini görmelerini engelleyen cam bir kapıyı açtı. Hyun Sangmin sevinçten bağırmaktan kendini alamadı.
Uzun ve düz bir koridor görüyorlardı. Solda bir merdiven çıkarken, sağda kütüphane, market ve kırtasiye etiketli üç kapı vardı.
Hyun Sangmin’in tüm ilgisi markete odaklanmıştı. Ancak şimdi, Seol’un ne demek istediğini tam olarak anlayabiliyordu. Şu ana kadar alaycı bir şekilde yakınında olan ancak hep ondan kaçan nokta.
Bir insanın yaşamaya devam edebilmesi için vazgeçemeyeceği üç şey vardı. Birincisi, üç dakika havasız kalmak. İkincisi, üç gün susuz kalmak. Üçüncüsüyse, bir hafta yemek yemeden durmak.
Başka bir deyişle, Seol buraya hayatta kalmak için en temel ihtiyacını çözmek amacıyla geldi.
“Sanırım bir hiç uğruna Altın Damgalı değil he..”
Hyun Sangmin’in ağzı kapanmak istemiyordu. Görevin detayları açıklandığından beri hedefine çabucak varmayı düşündüğü için şokunu gizleyemedi.
Bu adamla kalmalıyım. Ne olursa olsun, kesinlikle onunla kalmalıyım. Kang Seok, sesli yakardığından, bu adama dalkavukluk bile edemezdi.
Hyun Sangmin, Kang Seok ve ekibine karşı herhangi bir kötü his taşıyormuş gibi değildi. Ama Seol ile hiçbir şeyi umursamadan ana binaya koşan adamlar arasında dağlar kadar fark vardı. Düşünce sürecinin tamamen başka bir seviyede olduğunu söyleyebilir mi? Hyun Sangmin, Seol’un diğerleri gibi bir insan mı olduğunu sorgulamak zorunda kaldı.
“Küçük bir dükkan olduğunu düşünüyordum ama bir marketmiş. Bu okulun öğrencileri hayatı iyi yaşıyormuş.”
“Bekle!”
Seol, markete girmek üzereyken omzu gözle görülür bir şekilde heyecanlı olan Hyun Sangmin tarafından kavrandı.
“İyi. Mükemmel! Gerçekten inanılmaz! Şimdi anlıyorum. Bundan sonra bununla benim ilgilenmeme izin ver.”
“?”
“Burayı temizledikten sonra yukarı çıkmayı planlıyordun, değil mi?”
“Öyle bir şey. Yani?”
“Ya içinde bir şey varsa? Böyle zamanlarda beni kullanman gerekiyor.”
Bunu beyan eden Hyun Sangmin, markete gizlice girdi. Ancak koridorin sağ tarafındaki duvarlar camdan yapılmıştı, yani dışarıdan istendiği gibi marketin içi görülebiliyordu.
Kısa bir süre sonra, Hyun Sangmin, elini kaldırdı ve sanki hiçbir problem yokmuş gibi temiz sinyali verdi. Seol zaten yeteneği ile marketi kontrol etmişti, bu yüzden markete girerken hafifçe gülüyordu.
Kontrol ettikleri ilk yer tabii ki marketti. Yer beklediklerinden daha küçüktü ama yine de rafların hepsi çeşit çeşit yemekle doluydu.
“Keh. Bu çok güzel, dostum. Lanet olasıca çok iyi!”
Hyun Sangmin bir kutu Kola’nın kapağını açtı ve dikti.
“Hey, acele edelim. Çok uzun sürerse ve canavar ortaya çıkarsa bu bizim için çok kötü olur.”
“Anlaşıldı!”
Hyun Sangmin bu dükkanı soyarken gerçekten eğleniyor gibiydi. Seol; konserveleri, paketlenmiş gimbapları ve diğer paketlenmiş yemeklerin hepsini çantasına doldurdu.
Ve her şeyi süpürmekle meşgullerken…
[Mm?] Neler oluyor?”
“Ne? Ne oldu?”
Seol çantasına bir şişe su koyarken bir şeyin garip olduğunu fark etti.
Her ne kadar çantanın içine dikkatlice istiflemesine rağmen hala çantanın içinde çok büyük bir alan varmış gibi duruyordu. Ağırlık durumu da aynıydı. Çantasını bir sürü şey ile doldurmasından dolayı çantası baya ağır olmalıydı ama toplam ağırlığında çok ufak bir değişiklik olduğunu fark etti.
“….sanırım çantalarımız bile ayrımcılığa uğradı, ha.”
Hyun Sangmin çantasının patlayacak kadar dolduğunu görünce kıskanmadan edemedi.
Sonunda çantasının dolu görünebilmesi için günlük gereksinimlerin hepsini çantasını dolana kadar koydu. Marketi yağmaladıktan sonra kütüphaneyi ve kırtasiye dükkanını ayrı ayrı gezmeye başladılar.
Ne yazık ki, sonuçlar bekledikleri gibi değildi. Kütüphanede bodrumun bir haritasını buldular ama zaten sahip oldukları bir şey olduğu için önemli değildi. Kırtasiye dükkanının içinde de aynı durum vardı; kesinlikle kaleme ve not defterine ihtiyaçları yoktu. Her ihtimale karşı birkaç kesme bıçağını yanlarına aldılar ve yer altı bodrumundan temelli olarak ayrıldılar.
Hyun Sangmin, merdivenlerden çıkarken ıslık çalıyordu ama Seol ona el hareketi yaptığında hemen sesini kesti.
Birinci kata çıktıklarında fildişi renkli metal bir kapıya rastladılar. Kapı çok hafif bir şekilde gıcırdatıldığında, kan kokusu burunlarına saldırdı.
[Bilinmeyen Bir Öğrencinin Günlüğü güncellendi.]
“Sanırım o yer burası.”
“Ne yeri?”
“Sana bahsettiğim kilitli giriş. Kapı kilitliydi ama içeriye gayet iyi bakabiliyordum. Şuradaki merdiveni gördükten sonra bundan oldukça eminim. Ancak….”
Hyun Sangmin kaşlarını çattı.
“Kahretsin…. Burada bir sürü insan ölmüş olmalı. Yine de bir şekilde kapıyı açmayı başarmışlar gibi görünüyor.”
Dediği gibiydi; Seol, kırık cam parçalarını ve zemini kaplayan kan birikintilerini görebiliyordu. Merdivenlerin basamakları o kadar kalın bir kanla boyanmıştı ki orijinal renklerinin ne olabileceğini söylemek zordu.
[#Bodrum, birinci kat, ana giriş(Bilinmeyen Bir Öğrencinin Günlüğünden alıntı, sayfa 7)]
İlk admını atan arkadaş çığlık attı. Hemen ardından gelen başka bir arkadaş aceleyle durmaya çalıştı ama bir anda ayakları yerden kesildi ve kaydı.
İki arkadaşımızı daha kaybettikten sonra merdivenin hilesini fark ettik….
“O merdivenler beni ürpertiyor. Bunları unutup kendi merdivenlerimizle devam etsek nasıl olur?”
Seol, Hyun Sangmin’in önerisine katıldı. Ayrıca arkalarında zaten bir merdiven vardı, yani oradaki merdivene gitmek zorunda değillerdi.
En önemlisi ise Seol’un görüşünde turuncu parlıyordu yani “Yaklaşmayın”.
Seol dikkatlice kapıyı kapattı ve arkasını döndü. Sessizce ama hızlı bir şekilde merdivene çıktı ve sonunda hedefleri karşılarına çıktı.
Ancak ikinci kat girişinde onları karşılayan başka bir fildişi renkli metal bir kapı değildi. Hayır, nedense, birkaç kalın metal çubuk orada duruyordu ve ilerlemelerini engelliyordu.
“Böyle olmamalı.“
Seol haritayı bir kez daha kontrol etti ama doğru yoldaydılar. Bu, marketin konumunu göz önünde bulundurunca en doğru yoldu.
“Bir şeye basmamız mı gerekiyor?”
Hyun Sangmin etrafa baktı ama yakınlardaki düğmeye benzeyen bir şey bulamadı.
Seol, kaşları hafifçe buruşmadan önce bir süre metal çubuklara baktı.
“Onlarda hiç renk yok mu?”
Eğer yeşil renkte değillerse bu “Normal değil” demekti.
Seol eliyle uzanmadan önce başını biraz eğdi.
Ve tam elini metal çubuklara dokundurduğunda…