The Second Coming of Gluttony - Bölüm 11
Bölüm 11: Farklı İnsan Türleri (2)
Çevirmen: Haspanity & Redaktör: Barktooth
[Yeni bir kullanıcı kaydedildi.]
Clang!
Donuk metalik seslerin eşliğinde, metal çubuklar, tavandan neredeyse hemen ayrıldı ve daha da hızlı bir şekilde zemine çekildi. Metal çubuklar yok olur olmaz girebilecekleri geniş bir geçit haline geldi.
“Az, az önce ne oldu? Sen ne yaptın?”
Hyun Sangmin, Seol’u takip etmeye çalışırken sorularla doluydu.
Slam!
“Ha?”
Seol yanından geçer geçmez, çubuklar tekrar yukarı fırladı ve bir kez daha tavana saplandı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra Hyun Sangmin, metal çubukları tutarak telaşla bağırdı.
Seol’un de kafası karışmıştı. Ama bariyerin iç kısmında duvara sabitlenmiş kırmızı bir düğme gördü. Hızlıca düğmeye bastı ve metal çubuklar tekrar geri çekilmeden önce gürültülü bir şekilde gıcırdadı.
“Lanet, Lanet olsun… Hayatımın on yılını kaybetmiş gibi hissediyorum.”
Hyun Sangmin, aceleyle bariyerin içine girdi ve çarpan kalbini sakinleştirmek için göğsünü tuttu.
[Bay Hyun Sangmin ikinci kat bekleme alanına geldi.]
Bunu duyan Seol hafifçe ürktü. Otomatik varış duyurularını unuttuğu için hazırlıksız yakalandı.
Hyun Sangmin’e bir göz attığında, sadece rahat bir şekilde nefesleniyordu. Duyuruyu henüz fark etmemiş gibi görünüyordu. Belki de metal çubukların açılıp kapanmasından ötürü oluşan sesten ve tüm bağırışmalardan ötürü duymamıştı.
“Oh? Yani sonunda geldin …. Hm?”
Kang Seok elini Seol’a doğru sallıyordu ama Hyun Sangmin’i görünce sesi kesildi.
“… Ne. İkiniz birlikte çalışmaya mı karar verdiniz?”
Hyun Sangmin, Kang Seok’un oldukça mutsuz ses tonunu duyduktan sonra başını kaldırdı.
“Peki ya sen?”
“Hmm, gördüğünüz gibi. Buraya uzun zaman önce geldik.”
Kang Seok şakacı bir tavırla göz kırptı.
Seol etrafa baktı ve Yi Hyungsik ve Jeong Minwoo’yu da gördü.
Sözde bekleme alanı olan yer, ona normal bir lise koridorunu hatırlatıyordu. Pencereleri kapatan çelik kirişler haricinde her şey aynı gözüküyordu. Sola giden geçidin sonunda başka bir kapı vardı ve sağda ise sağlam bir duvar vardı.
“Burası bir hapishane gibi…. O canavarın buraya girmesi mümkün değil, değil mi?”
“Giremez. Neden bilmiyorum ama o şey metal bariyeri geçemiyor. Yine de bariyer olmasaydı ne olacağını bilemem ama.”
Kang Seok umursamazca cevap verdi. Bu arada, Hyun Sangmin, sessizce soru sormadan önce başını salladı.
“Buraya gelmeden önce…. Kapıyı açmayı başardınız mı?”
“Açmak demeyelim de kırmak diyelim biz ona. Her yere taş ve saksı fırlattıktan sonra, oradan son hızda kaçan bir adam sayesinde.”
“Beni mi suçluyorsun?”
Hyun Sangmin’in sesi buz gibi soğuktu. Kang Seok yavaşça sırıtmadan önce kaşları kalktı.
“Hayır! Bunu sana daha önce de söyledim, değil mi? Üçümüzle ilgili olmadığı sürece ne yaptığın umurumda değil. Bizi herhangi bir şekilde engellemediğin sürece sorun yok.”
“….”
“Hmm. Galiba biraz kaba davrandım demin. Bunun için üzgünüm. Her zaman böyle yapıyorum… Biz, Davetliler olarak birbirimizle kavga etmemize gerek yok değil mi?
“… Bu doğru.”
“Harika! Özür olarak size ilginç bir bilgi vereceğim.”
Seol bile “bilgi” kelimesini duyduktan sonra dikkatini Kang Seok’a vermek zorunda kaldı.
Kang Seok’un, bu hayali Altın Damgalı’nın dikkatini kendisine verdiğini fark edince dudakları seğirdi. Duruşu aniden öncekine göre biraz daha dik ve kibirli bir hale geldi.
“Şimdi yakından bak. Bu bizim geçtiğimiz geçit.”
Kang Seok arkasını işaret etti ve duvardaki butona bastı. Metal çiviler tekrar yukarı doğru fırlamadan önce yere çekildi. Hyun Sangmin, sessizce mırıldandı.
“Yani, dışarıda değil de, içeride ….”
“Aynen öyle! İşler burada ilginçleşmeye başlıyor.“
Kang Seok ellerini çırptı.
“Basitçe söylemek gerekirse, buraya ilk girdiğim andan itibaren bu giriş benim oldu. Bariyeri sadece ben açabilir veya kapatabilirim.”
“Ne?”
“Buraya girdikten sonra anladım. Bariyerden ilk geçene onu kontrol etme hakkı veriliyor. Yine de engel başına bir kişi.”
“Bunun neresi mantıklı?”
“Bana inanamıyorsan, neden denemiyorsun?”
Kang Seok kenara çekilerek Hyun Sangmin’in duvardaki düğmeye hızlıca basmasına izin verdi. Ancak bariyerden herhangi bir tepki gelmedi. İkinci kez bastı sonra üçüncü kez ve sonrasında da defalarca kez butona bastı ama metal çubuklar bir santim bile oynamamıştı.
Hala yarı şüpheli durumda olan Seol, telefonundaki haritaya göz attı ve gecikmiş bir şekilde bir şeyi fark etti. İkinci kat bekleme alanının etrafında yanıp sönen altı mavi simgeden dördü kırmızıya dönmüştü. Kulüp odasındayken sadece bir tanesi kırmızıydı.
“Üç girişi de sahiplenmenin bir manası var mıydı ki?”
“Oh? Bunu hemen nasıl anladın?”
Seol’un sorusu Kang Seok’un gözle görülür bir şekilde şaşırmasına neden oldu.
“Sorun ne? Sence de gittikçe daha da ilginçleşmeyecek mi? Ah, evet. Diğerini senin yapmaya ne dersin?”
Kang Seok Hyun Sangmin’e baktı ve karşısındaki başka bir bariyeri işaret etti.
“Bu taraftaki geçitlerin hepsi artık bize ait. Tek yapman gereken çubuğu tutmak. Basit, değil mi?”
Hyun Sangmin sessizce bunu düşünüyordu. Seol’a gizlice baktı ve yavaşça başını salladı.
“Ben… yapmayacağımm. Basitçe burada durmaktan memnunum.”
O ve Seol daha sonra kendileri için güzel bir yer buldular ve yerleştiler.
“Ah iyi. Ne istersen onu yap.”
Kang Seok ve iki uşağı da oturdu ama kısa bir süre sonra Hyun Sangmin bir paket sigara çıkartınca tekrardan ayağa kalkmak zorunda kaldılar. Üçlü uzanıp sigara dilenince, Hyun Sangmin, her birine bilgi verdiklerinden dolayı birer dal sigara verdi.
Sonrasında Seol cebinde sigara ararken, Hyun Sangmin, ona dolu bir paket verdi.
“Bunları içmeye ne dersin?”
“Uhm….”
“Paketinin bittiğini görmüştüm o yüzden markette fazladan bir kaç tane daha aldım.”
Hyun Sangmin, Seol’a sessizce fısıldadı ve eliyle onay işareti yaptı.
Kısa bir süre sonra koridor, beş adamdan çıkan mavi dumanlar ile dolmuştu.
Ortam yatıştığından dolayı Seol görüşünün yavaşça bulanıklaştığını fark etti ve göz kapaklarının eskisine göre daha da ağırlaştığını fark etti. Bütün gece dayanmak zorunda değildi ama yine de oldukça uykulu hissediyordu. Bu muhtemelen yeteneğini aşırı kullanmasından dolayı oluşan yorgunluk nedeniyleydi.
“Biraz uyumalı mıyım?”
Zaman sınırına kadar üç saatten fazla zamanları vardı.
Görünüşe göre uyku, aşırı çalışmış gözlerini ve beynini dinlendirmenin en iyi yoluydu. Şimdi gözlerini kapatıp rüyalar alemine girmek için iyi bir zaman değildi ama…. Bir şekilde gücünü geri kazanmıştı. Aşırı kullanmasından dolayı yeteneğini tekrar kaybederse bu ölümcül bir aptallık olurdu.
Seol, kendini uykunun tatlı kollarına bıraktı.
Ve bunları duyamamasının nedeni de buydu.
*
“…. Çelikten topları mı var yoksa Öğretici’yi umursamıyor mu anlamadım.”
Seol’un kafasının uyurken yavaş yavaş sarktığını görünce Kang Seok’un yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. Sigara izmaritini fırlattı ve mırıldandı.
“Bunun ne zaman bitmesi gerekiyor? Hemen bitse çok iyi olur.”
“Hala üç saatten fazla süremiz var… Sikeyim ya. Neden böyle bir görevde dört saat bekliyoruz?”
Yi Hyungsik, telefonundaki görev detaylarını tekrar kontrol ederken homurdandı. Kang Seok, sessizce bu görüşü onayladı ve birleştirdiği eliyle kafasına masaj yaptı.
“Çok sıkıldım. Umarım biri bu taraftaki yoldan geçer.”
“Ya başka hiç kimse gelmezse?”
“Eii, olmaz öyle şey. Davetlilerin geri kalanı henüz gelmedi.”
“Ne yani, Yi Seol-Ah’ı mı demek istiyorsun? O zaten öldü, değil mi?”
“O aptal kaltak değil…. İlk ölenler her zaman kahraman gibi davranan insanlar oluyor.”
Kang Seok, bu sözleri belli belirsiz bir şekilde mırıldandı ve Jeon Minwoo’nun pişmanlık içinde dudaklarını yalamasına sebep oldu.
“Ne büyük bir israf ama.”
“Evet, katılıyorum. Ama yine de merak etme. Hala bir tane daha var.”
“Kim?”
“Bilirsin, diğeri. Adı neydi? Yun Seora?”
“Ah, şu kibirli kız mı?”
Yi Hyungsik araya girdiğinde, üçlü, senkronize bir şekilde kıkırdadı. Gülüşleri kurnazlık ve uğursuzlukla doluydu.
“Her neyse. Belki de biraz uyumalıyım.”
Kang Seok’un esnemesi neredeyse çenesini yırtacak kadar büyüktü. Tam uzanmak üzereyken bir şey oldu.
Aniden hem yüksek sesle bağırış sesleri hem de telaşlı ayak sesleri uzaktan duyulmaya başlandı. Kang Seok yerinden fırlamadan önce birkaç kez gözlerini kırptı. Uyuyan Seol hariç herkes bariyerlere bakıyordu.
“Hangisi? Hangisindeler?”
Jeong Minwoo karşı taraftaki orta bariyeri işaret etti. Seol sol bariyeri ele geçirdiğinden dolayı oranın herhangi bir sahibi yoktu. Kang Seok, Hyun Sangmin’e bakarken bu gelişmeden inanılmaz derecede hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.
“Yine de çok geç değil.”
“….Sana söyledim, iyiyim.”
Kang Seok bir kere iç çekti ve ellerini göğsünde kavuşturdu. Tavrı üzerine spekülasyon yapacak ilginç bir konu bulmuş bir adama ait gibiydi.
Gürültü, çok geçmeden yaklaştı.
Bir şey tarafından kovalanıyorlarmış gibi koşan üç kişi vardı; orta yaşlı bir adam, kadın ve genç bir kız. Yıpranmış bir iş elbisesi giyen ve gözlük takan orta yaşlı adam genç bir kızın elinden tutan bir kadına önderlik ediyordu. Aceleyle koşarken, kravatı havada dans ediyordu. Bu adam, başlangıçta Kang Seok’tan yardım isteyen adamdan başkası değildi.
“Biraz daha ileri! Sadece biraz daha… Ha?”
Aceleyle köşeyi döndü ama demir çubukları görür görmez adımları aniden durdu. Yolun kapalı olabileceğini hiç düşünmemiş gibiydi. Umutsuzluk soluk ifadesini boyamaya başlamıştı.
Kısa bir süre sonra Kang Seok’u çubuk bariyerinin arkasında gördü. Kadın ve genç kız orta yaşlı adamın sırtına çarptılar ve becerikse geriye sıçradılar. Ve nihayetinde keskin tanıdık görünüşlü kancalar üzerlerine fırladı. Tüm bunlar aşağı yukarı aynı nefeste oldu.
“Bize yardım edin!!”
Gözlüklü adam, hiç tereddüt etmeden bariyere koştu ve bağırdı.
“Bizi içeri alın!!”
[Yeni bir kullanıcı kaydedildi.]
Metal bariyer, yüksek bir sesle açılmaya başladı. Açılan geniş giriş, adamın yüzünde sersemce bir ifade oluşmasına neden oldu. Ve hala o ifadeyi takınırken arakasına bakmak için döndüğünde…
“Yardım et!”
…..Ürpermekten başka bir şey yapamamıştı. Hem karısı hem de kızı çoktan canavarın pençesine düşmüştü.
“Bize yardım edin!! Yardım et! Sevgilim!!”
“Baba! Kurtar bizi!! Baabaaaaa!!”
Yalvarıyorlardı ama adamın adımları durdu ve geriye doğru adım atmaya başladı. Canavarın koca kan dolu gözleri ile karşılaşınca…
”Ca, canım…… Hee, Heejin….”
Hareket edemiyordu. Tamamen donmuştu.
Splat, splat
Adım adım, yapışkan ayak sesleri yaklaştı. Orta yaşlı adamın ifadesi; göz yaşları, sümük ve belirsizlik içinde bozuldu. Kang Seok’a baktı ve tekrar yardım istedi. Ancak genç adam dobraca söyledi.
“Çabuk karar ver, olur mu?”
“… Ha?”
“İçeri girecek misin, girmeyecek misin? Siktiğiminin kararını ver. Bizi de öldürmeyi mi planlıyorsun?”
Kang Seok’un bağırışları yüzünden mi, yoksa sırtından yayılan tehditkar atmosfer yüzünden mi bilinmez. Orta yaşlı adam sonunda kararını verdi ve hareket etti.
Güm!
“B,Baba!
“Canım!!” Hayır! Bizi terk etme!!”
Orta yaşlı adam bekleme alanına gitmeyi seçti.
“Baabaaaaa!!”
“Bizi terk etme!!! Canım!!”
Bir çift siyah el, çığlık atan anne ve kızını bacaklarından tuttu. Ailesinin havaya kaldırıldığını ve baş aşşağı durduğunu gördükten sonra orta yaşlı adam gözlerini sımsıkı kapattı.
Cart!
Bir parça ipek parçasının yırtılmasına benzer mide bulandırcı bir ses kulaklarına çalındı. Korkunç acı çığlıkları, merdiven boşluğundan yüksek sesle yankılanmıştı. Orta yaşlı adam yere yığıldı ve aceleyle kulaklarını kapattı. Şiddetli bir şekilde tozlu ve kirli zeminde dönmeye başladı.
Ve bir daha asla kafasını kaldırmadı.
Tüm çığlıklar sona ermeden kaldıramazdı.
*
Tüm bu kaos yüzünden Seol’un uykusunun kaçmaması imkansızdı. Bilinci yerine geldiğinde çığlıklar çoktan kesilmişti.
Aceleyle ayağa kalktı ve metal bariyerin arkasına baktı, görebildiği tek şey bir anne ve kızının ortadan ikiye ayrılmış cesetleriydi.
Seol’u en çok şaşırtan şey ise ifadeleriydi. Öldükten sonra bile ifadeleri kaybolmamıştı. İfadeleri acı, terör, umutsuzluk ve öfkenin bir kokteyli gibiydi. Son nefeslerine kadar içlerindeki yaşama arzusunu görmek zor değildi.
“Ben, ben, ben…. Bilmi, bilmiyorum…. Ben, ben yapmadım, ben sorumlu değilim ….”
Orta yaşlı adam yerde kıvrılmış bir şekilde duruyordu ve sallanıp titremekten başka yaptığı hiçbir hareket yoktu.
“Yapabileceğim …. Yapabileceğim bir şey yoktu….. Yapabileceğim …. bir şey yoktu….”
Hiç kimse ağzını açmıyordu ama yerde kıvrılan adam hıçkıra hıçkıra ağlarken abuk sabuk konuşuyordu.
“Pft.”
Aniden birisinin dudaklarından bir kahkaha patlaması çıktı. Bunu duyunca orta yaşlı adamın titremesi aniden durdu. Bu arada, Kang Seok aceleyle ağzını kapattı.
“Puhahahahaha!!!”
Kahkasını içinde tutmaya çalışıyormuş gibi görünerek başını aşağı indirdi ve omuzları dizginsiz kahkasından ötürü titmeye başladı. Orta yaşlı adam ellerini o kadar sertçe sıktı ki tırnakları derisinin altına saplanmıştı.
Bilge bir deyiş der ki; dilenciye bir şey vermemeyi planlıyorsan en azından dilencilik kasesini tekmelememelisin. O eski sözleri anımsayan Seol derince kaşlarını çattı.
‘Gerçekten böyle bir durumda gülüyor mu?’
İşte o anda. Hepsi başka bir metalik ses duyabildi. Yun Seora, “sahibi” olmayan son kapıdan içeri girdi.
Sanki o da okul binasını araştırmış gibi elinde bir avuç dolusu A4 kağıdı ile gelmişti. Tıpkı toplantı salonundayken olduğu gibi bekleme alanının etrafını bakışlarıyla bir silip süpürdü ve kağıtlara odaklanmadan önce kendine rahat bir yer buldu ve yerleşti.
Ve bununla beraber, kurtulanların sayısı yediydi. Başlangıçtaki 36’nın yarısı bile değildi.
Ölüm sessizliğinin içinde zaman yavaşça akmaya devam etti. Arada sırada, aşağıda bir çeşit kaosun emarelerini duyabiliyorlardı ama sonunda tüm sesler kesilmişti.
Seol bir sonuca varmıştı. Başka kurtulan kalmamış olmalıydı. Ancak düşüncelerinin yanlış olduğu sürenin bitişine 30 dakika kala açığa çıkmıştı.
“Neredeyse geldik millet. Yakında oraya varmış olacağız, bu yüzden olduğunca sessiz yukarı çıkın.”
Beklentilerinin aksine, daha fazla kurtulan ortaya çıkmıştı. Sadece bir ya da iki kişi çıkmamıştı, toplamda 5 kişilik bir gruptu gelenler. Hatta Seol aralarından iki kişiyi tanıyabilmişti.
Biri Shin Sang-Ah, toplantı salonunda Kang Seok’a sesini yükselten kadındı, diğeri ise Yi Seol-Ah’ın küçük kardeşi Yi Sungjin’di. Neler yaşadıklarını bilmiyordu ama hedefe başarıyla varmışlardı.
Ama ne yazık ki geldikleri yol Kang Seol ve uşakları tarafından sahiplenilen bölümdü.
“Vay canına, şu gelen de kim öyle!”
Kang Seok gözlerini kırptı ve tehditkar bir şekilde şaşırmış gibi bağırdı.
“Yani hayatta kalmayı başardın he! Ağlayan bebek bunu başardı!”
“H, ha?”
Shin Sang-Ah, merdivenleri dikkatlice tırmanmştı ama bariyerle karşılaşınca şaşkına dönmüştü. Metal çubukların arkasındaki insanlari görünce fark etmeden bir soru geveledi.
“Ne… Ne oluyor burada? Yol neden tıkalı?”
“Oh, bu mu?”
Kang Seok, yılan gibi sırıttı. Sanki hayatı boyunca beklediği an nihayet gelmiş gibiydi. O yapışkan gülümseyi gören Shin Sang-Ah kaşlarını çattı.
“Ne?”
“Ne demek, ne? Bu bariyerin sahibi benim.”
“Bu bariyerin…. sahibi mi?”
Kang Seok kahkahalara boğuldu ve neşeyle açıklamaya başladı. Sanki iyi maaşlı bir özel öğretmene dönüşmüş gibiydi, her şeyi birer birer, yavaş yavaş ve tüm ayrıntılarıyla açıkladı.
Tabii ki de seyircileri bu gevezeliğe konsantre olamamıştı. Shin Sang-Ah, arkasına bakmaya devam ettikçe daha da endişeli hale geldi. Sesinin tonu da endişe barındırmaya başladı.
“Anladım, şimdi bariyeri açacaksın değil mi?”
“Oho, göründüğünden daha zekisin! Ya da açıklamam o kadar iyiydi.”
“Anladım aç artık şunu!”
“Şimdi gerçekleri konuşalım, buraya nasıl geldin. Yani, sen sadece sözleşmelisin. Canavardan kaçmayı başarmana bile şaşırdım.”
Kang Seok onun yalvarışlarını hiç duymamış gibiydi ve bu durumdan gerçekten memnun görünüyordu.
“Ben, bilmiyorum. Neredeyse bizi bulmuştu ama bu çocuk rastgele kutusundan aldığı bir şeyi kullandı. Kargaşa sırasında hepimiz kaçmayı başardık tamam mı?”
Shin Sang-Ah, Yi Sungjin’i işaret etti. Çocuğun rengi hala koyu ve belirsizdi. Ablasının ölümü onu çok etkilemiş gibi görünüyordu.
“Sanırım o da bir Davetli. Yani anlaşılan şans ile kurtulmamışsınız.”
“Tamam, şimdi. Bariyeri aç ki içeri girelim.”
“Hmm….”
Kang Seok yavaşça ağzını açtı.
“İstemiyorum.”
Yüzünde gerçekten iğrenç bir gülümseme vardı.