The Second Coming of Gluttony - Bölüm 2
Bölüm 2: Bir Or***u Çocuğu (1)
Çevirmen: Haspanity & Redaktör: RuyaGezer
Gençken, tüm dünyanın yeşil olduğunu düşünürdü. İnsanların yeşil olduğunu, yolların çimenin ferahlatıcı rengine boyanmış olduğunu, hayvanların koyu yeşil olduğunu ve gökyüzünün açık yeşil olduğunu. Yeşil renkler, her nereye bakarsa baksın, dans ederdi.
Bir anısında, çocukken ailesi ile birlikte hayvanat bahçesine gitmişti. Tellerin arkasından onları izlemek yerine, ziyaretçilerin otobüsler ile gezdirildiği insan yapımı bir vahşi doğa turuna çıkmışlardı. Otobüsün yan tarafında, içine çiğ et konmuş kağıt torbalar asılıydı.
En büyük abisi pencerenin yanındaki koltuğa oturuyor, iki yaşındaki kız kardeşi ise annesinin kucağında oturuyordu. Ne en büyükleri ne de en küçükleri olmadığından ötürü onlarla oturamıyordu ve bu yüzden çok üzgün olduğunu hatırladı.
Otobüs durdu. Otlakta uzanmakta olan vahşi hayvanlar otobüse doğru ilerlemeye başladılar. Yeşil hayvanlar yemek için şiddetli bir rekabetin içine atıldılar. Birbirlerine saldırmaları, çocuğa köstebeğe tokmakla vurma oyunu hatırlattı ve hafifçe gülmesine sebep oldu.
İşte tam o anda.
Tek bir hayvan. Sadece bir tane. Bir imparator gibi kayanın üzerine oturmuştu ve parlayan güneş ışığını yansıtıyordu.
Çocuğun gülümsemesi kayboldu. Neden?
‘Rengi…?’
Gördüğü diğer hayvanların aksine, o hayvan yeşil değildi.
Ona baktığını hissetmiş gibi, hayvan gözlerini çocuğun gözlere çevirdi. Çocuk adeta büyülenmiş gibi korkmaya başladı. Bakışlarını içgüdüsel olarak çevirdi ve nefes almayı kesti. Elleri ve vücudu titriyor, kalbi deli gibi atıyordu.
Onun yaşındaki bir çocuğun kaldıramayacağı kadar dehşete kapılmasına rağmen aklında bir soru vardı.
O hayvan neden yeşil değildi?
Hayır, bir hata yapmış olmalıyım.
Çocuk derin bir nefes aldı ve tekrar pencereden dışarı baktı. İşte o anda.
Pang!
Pencere şiddetli bir şekilde sallandı. Canavar çok uzaktaydı ama çocuk fark etmeden otobüse oldukça yaklaşmıştı. Ama otobüse asılı olan yiyecekleri görmezden gelip neden pencereye saldırmıştı.
Hayvan ağzını açtı ve korkunç dişlerini ortaya çıkarttı. Defalarca kez pencereyi ısırmaya çalıştı.
Çocuk neler olduğunu anlamadı. Yine de korktu ve iki büklüm oldu.
‘Kaçmak zorundayım.’
‘Otobüs neden hareket etmiyor?’
‘Korkuyorum. Buradan uzaklaşmak istiyorum.’
‘Anne, anne, anne, anneciğim….!’
Tam gözyaşlarına boğulmak üzereyken sıcak bir el dikkatlice gözlerini kapadı.
“Seni çok korkutmuş olmalı.”
Ses bir bahar esintisi kadar berrak ve nazikti. Sadece bu tek cümle çocuğu rahatlattı ve güvende hissettirdi. Çocuk, kim olduğuna bakmaksızın kadının kucağına atladı.
“Sakinleş, sakinleş, her şey yolunda. Korkunç aslan artık burada değil…Ah, otobüs tekrardan hareket ediyor.”
Pat, pat. Kadın nazikçe çocuğun okşadı ve çocuk rahatlayarak nefesini tutmayı bıraktı. Ancak o zaman çocuk başını kaldırıp baktı.
“Eh?”
Aniden, kadının elleri durdu. Çocuğa yanaşıp onu dikkatle inceledi. Sonra, şaşkınlıkla nefes nefese kaldı.
“Aman Tanrım… Gerçekten ….”
Çocuk şaşkınlık içinde başını eğerken kadın gülümsedi.
“Gözlerin çok güzel.”
Gözlerim mi?
“Evet, çok güzeller. Gökkuşağının yedi renginde.”
Çocuk merakla kadına baktı, ama kadın sadece gülümsedi. Sonrasında kadın sanki büyük bir kayıp yaşamış gibi derin bir iç çekti.
“Keşke biraz daha büyük olsaydın… Hayır, belki de farkında olmadan büyümen daha iyidir.”
Çok geçmeden safari turu sona erdi. Turistler birer birer kalktı, ama çocuk yerinde duruyordu. Kadın da sanki vazgeçmeye hazır değilmiş gibi tereddüt ediyordu.
Kadın çocuğun kulağına doğru fısıldadı.
“Adın ne?”
“Se, Seol….”
“Seol mu? Ne güzel bir isim.”
Sonra utanan çocuğun bakışlarıyla karşılaştı.
“Hey, biraz daha büyüyünce… ve tesadüfen karşılaşırsak yanıma gelir misin?”
“Senin yanına mı noona?”
“Evet, yardımıma ihtiyacın olursa orada olacağım.”
Ne demek istediğini anlamamasına rağmen başını salladı. Kısa bir süre sonra, onu arayan annesinin ve kız kardeşinin sesi duyuldu.
“Şimdi, söz ver.”
Kaybolmadan önce çocuğun alnına yumuşak bir his dokundu.
“Tekrar görüşelim, küçük prens.”
Çocuk annesinin elini tutarak otobüsten çıkarken özlemle geriye doğru baktı. Kadın canlı bir şekilde gülerken çocuk kaybolana dek elini salladı.
Zaman hızla aktı ve çocuk büyüyüp bir yetişkin oldu. O güne ait olan özel anıları, unutabileceği kadar büyümüştü.
Büyüdükçe vahşi hayvanlara karşı olan korkularını da yenmişti ve o gün yaşadığı olağanüstü olayı araştırmaya başladı.
Yeteneği neydi ki?
Başka hiç kimsenin sahip olmadığı ne tür bir yeteneğe sahipti?
Ne yaparsa yapsın cevabına ulaşamadı ama yeşil rengin ne zaman ortaya çıktığını ve ne zaman çıkmadığına dair koşulları anlamıştı.
Bu gücü günlük yaşamına entegre etmeye başlayınca hayatı değişmeye başladı. Ve bir gün, bu yeteneği aniden kayboldu ve hayatı hızlı bir şekilde kontrolden çıktı.
**
Seorak Land, Gangwon eyaletinin Sokcho şehrinin içinde bulunan bir kumarhaneydi.
Kazanmak ya da kaybetmeyi önemsemeksizin, robot gibi tuşlara basarak kartları çeviriyorlardı ve bunlara hem sevinç çığlıkları hem de umutsuzluk haykırışları eşlik ediyordu.
“….”
Genç bir adam endişeli bir ifadeyle masaya bakıyordu. İfadesiz kalan kurpiyere bir göz attı. Masaya aç bir hayvan gibi baktıktan sonra genç adam binbir zorlukla ağzını açtı.
“Dur… Hayır, iki katına çıkar!”
Kurpiyer, genç adamın seçimini beklemekten sıkılmış gibi, hemen elini iskambil destesinin üstüne koydu.
Genç adamın boğazı kurudu. Çenesinden ter damlıyordu ve sırtı da sırılsıklamdı. Ama huzursuz gencin aksine, kurpiyer ilgisiz bir şekilde kartı çevirdi.
Genç adam ellerini yüzüne dayadı. Sevinç ve umutsuzluk sesi bir kez daha ortaya çıktı.
*
“Park Hyung, bugün şanslı mısın?”
“Ah, Choi.”
Yapılı bir adam girişten çıkıp onu selamladığında, sigara içen gözlüklü adam sigara başını salladı.
“Şanslı mı? Kahretsin anca zararımı karşılıyorum. Peki ya sen?”
“Benim için de aynısı geçerli. Sanırım bugün benim şanslı günüm değil.”
“Kısa bir mola vermek için dışarı çıktım. Saatlerce aynı masada oturmaktan dolayı başım ağrımaya başladı. Soğuk rüzgarın beni kendime getireceğini düşündüm.”
Gözlüklü adam homurdandığında yapılı adam sırıttı.
“Evet, anlıyorum seni… Hm?”
Yapılı adam cebini karıştırırken, bir ses aniden kulağında yankılandı. Şaşkınlıktan gözlerini sonuna kadar açtı ve cep telefonunu kullanan bir adama doğru baktılar.
Choi başını eğmeden önce kaşlarını çattı.
“Tanıdık geliyor…”
“Kim?”
“Telefonla konuşan genç adamı tanıyor musun?”
“Hmm? “Tabii ki tanıyorum. Adı Seol. Galiba senden daha uzun süredir buraya geliyor. Üç ya da dört yıl önce onu burada ilk kez görmüştüm.”
Choi, Park’ın ne kadar uzun süredir burada olduğunu duyunca içten içe şok oldu ve genç adama baktı.
“Ü-Üç ya da dört yıldır mı? Ama çok genç duruyor!
“Ah… Şu anda 20’li yaşlarının ortasında olmalı. Zamanında buralarda çok ünlüydü.”
Park pişmanlık içinde dudaklarını yaladı. Ama Choi umursamazca omuzlarını silkti.
“Gerçekten mi? Onu birkaç kez gördüm. O kadar da göze çarpmıyordu.”
“Şu anda öyle ama bir yıl önce işin erbabıydı. Zamanında, her ayrıldığında insanlar onun koltuğuna oturabilmek için kavga ediyorlardı.”
“Oh? O zaman bazı yetenekleri olmalı.”
“Hayır, hayır, gerçekten yetenekli olduğunu söyleyemem. Belki cesur olabilir? Bir şeytan gibi ne zaman nasıl oynaması gerektiğini biliyordu. Kendisi için katı kuralları vardı, asla ölçüyü kaçırmıyor, her zaman yanında belli bir miktar ile geliyordu… Buraya bağımlılıktan değil de sadece oynamak için geliyor gibiydi. Her neyse, garip biri işte.”
“O zaman nasıl bu hale düştü?”
“Kim bilir? Aniden artık göremediğini söylemeye başladı. O andan itibaren bu duruma düşmesi fazla uzun sürmedi…”
Park dilini damağına vurdu ve sigara içmeye devam etti. Genç adam hala telefonunu tutuyordu. Sanki yalvarıyormuş gibi çaresiz duruyordu.
Choi homurdandı.
“Bu bana pek uymadı. Onun gibi genç bir adamın dışarı çıkıp çalışması lazım.”
“Yetişkin olduğun sürece buraya gelmekte özgürsün, değil mi? Eğer öyle diyorsan, sen de genç bir adamsın.”
“Eh, kırk yaşını geçeli yıllar oldu.”
“Yaş önemli mi? Bir Casino sadece süslü ada sahip olan bir kumarhanedir. Birisi buraya adımını attığı anda yaşı ne olursa olsun aklını kaybetmeye başlar.”
“Haha, sanırım bu doğru.”
Genç adam hakkında konuşmaktan sıkılan ikili, anlamsız şakalar yapıp güldü.
*
“Baba, lütfen! Sadece bu seferlik! Son bir kez daha!”
—Kapatıyorum, piç herif!
“Baba!”
Tak. Hat tek taraflı kesilmişti ve Seol hemen küfretmeye başladı.
“Haa…. Delireceğim.”
Kalan az parasını da kaybetmişti. Cebinde sadece dört tane kumarhane fişi vardı ve cüzdanında taksi ücretini karşılayacak kadar para vardı. Bir anlığına kaybettiklerini geri kazanmak için kumar makinesinde şansını denemeyi düşündü.
Ancak yine kaybederse evine kadar yürümek zorunda kalacağını biliyordu.
Tekrardan kişi listesine baktı. ‘Yoo Seonhwa’ ismini görünce hiç tereddüt etmeden arama düğmesine bastı. Ama ne yazık ki saat çok geçti ve ne kadar beklerse beklesin, kimse cevap vermedi.
Seol banka uygulamasına girdi ve bakiyesini kontrol etti. Ama bu sadece zaten bildiği bir şeyi ortaya çıkardı. Sayıların önündeki eksi işaretine bakarken içini çekti.
“Lanet olsun, neden s**tiğiminin telefonunu açmıyorsun….”
Bir süre öfkeyle kaynadıktan sonra başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Tan vakti gökyüzü griydi. Bir iç çekişle, Seol elini kaldırdı.
“Taksi!”
“Nereye gidiyorsun?”
“Gangnam İstasyonu… Hayır, Nonhyeon İstasyonu!”
“Gir.”
Kısa bir süre sonra, genç adamı taşıyan taksi karanlıkta kayboldu.